ayhan altay

ANASAYFA

ÖZGEÇMİŞ

KÖŞE YAZILARIM

ARASIRA YAZDIKLARIM

YAZILARIM

ŞİİRLERİM

FOTO

GÖRSELLER

BANA YAZILANLAR

 

ATATÜRKÇÜ KOCA SADIK
Ülkemizin her gün değişen gündemine karşın yaşam sürüyor. Bir de kişisel gündemlerimiz var her birimizin. Bazen uzak yıllardan gelen bir dost telefonu, bazen e-postamıza düşen bir ölüm iletisi. Birine sevinmeden diğerine üzülmek durumunda kalmamız…

Perşembe akşamı Kanal D'de yayınlanan 32. Gün Programında "Hangi Milliyetçilik" konusu tartışıldı. Programın konukları; MHP'li Ümit Özdağ, ulusalcı Prof. Erol Manisalı, Radikal Gazetesi yayın yönetmeni İsmet Berkan, Araştırmacı, yazar Erdoğan Aydın ve Türkçü ideolog Reha Oğuz Türkkan idi.
Bir ara Mehmet Ali Birand dedi ki; "Milliyetçiliği bayrak yapmış iki parti var herhalde... Bunlar da BBP ve MHP'dir". Bu söze İsmet Berkan hemen karsı çıktı: "Olur mu efendim bu ülkede Milliyetçiliği bütün partiler bayrak yapıyor. Bir tek ÖDP hariç tutulabilir" dedi. Kimse de karşı çıkamadı bu saptamaya.
“Oh bee” dedim kendi kendime. Çobanın bir sopa sallamasıyla salhanenin yolunu tutmayan, sürünün dışına çıkılabileceğini bilenler de var.

Biliyorsunuz “milliyetçilik” çok moda bu sıralar.  Haydi sağda bir milliyetçilik yarışı olur, bunu anlarım; ama kendini sosyal demokrat sayan, hatta sosyalist sayanların milliyetçiliğine ne demeli? Bir de sıkışınca Atatürk’e sığınıp “Atatürk Milliyetçiliği” yada yeni deyimi ile “Atatürk ulusalcılığı” sığınağına sığınanlar,  diğer ilkelerinden bazılarını hiç ağızlarına almazlar. Örneğin; Halkçılık, Devletçilik, Devrimcilik…
Ben en iyisi size gerçek bir olay-öykü aktarayım, kadim dostum Hasan Ali’nin kaleminden: 

1980 li yıllarda (12 Eylül dönemi A.Altay)  İskilip’in Harun köyünde sınıf öğretmeni olarak çalışıyordum. Bir iş nedeniyle Orman İşletme Müdürlüğü’nde müdürün yanında otururken kapı çalındı ve içeriye 1.90 boylarında hayli iri bir adam girdi. Fakir bir köylü olduğu her halinden belliydi. Kapıdan girer girmez asker selamı verdi ve eli şapkasında dimdik dururken epeyce yüksek bir sesle:
-“Ben, Atatürk’ün bu aziz vatanı emanet ettiği ve vatanı için kanını dökmeye hazır Aşağı Şeyhler köyünden Sadık Demirel. Emirlerinize hazırım komutanım!”diye bağırdı.
Ben şaşkınlıkla bakakalmışken müdür:
-“Gel bakalım Atatürkçü Koca Sadık.”dedi. “Otur.”
Atatürkçü Koca Sadık, yapısına hiç de uymayan bir biçimde sanki küçülmek ister gibi büzülerek koltuğa ilişti.
Müdür, alaycı bir ifade ile sordu:
-“Söyle bakalım, gene ne istiyorsun?”
-“Pek Sayın Müdürüm, bildiğiniz gibi evimi tamir ettiriyorum. Bu nedenle de ihtiyaç kerestesi alacağım. Ancak memurlar alamayacağımı söylediler. Bu nedenle sizden yardım istemeye geldim.”
Müdür;
-“Tabi ki alamazsın.”dedi. “Çünkü ihtiyaç yılda bir kez verilir. Oysa sen bu yıl iki kez aldın.”
Atatürkçü Koca Sadık, boynunu bükerek cevap verdi:
-“ Pek Sayın Müdürüm, ben de bunun için size geldim ya. Madem iki kez aldım, üçüncüyü de verebilirsiniz.”
Müdür, kafasını iki yana sallayarak:
-“Mümkün değil.”dedi.
Atatürkçü Koca Sadık, birden ayağa kalkarak Atatürk’ün resmine döndü  ve selam duruşuna geçerek;
-“ Ey Türk Gençliği! Birinci vazifen…..”
“Gençliğe Hitabe” kelimesi kelimesine ezbere okundu. Kısa bir sessizlikten sonra da İstiklal Marşı’na geçildi. Peşinden Atatürk’ün hayatını hiçbir ayrıntıyı atlamadan ezbere anlattı. Sonra da, Atatürk’le ilgili şiirler okunmaya başlandı. Selam duruşunu ve Atatürk’e sabitlenmiş gözlerini hiç değiştirmeden öylece devam ediyordu.
Müdür, ne yapacağına karar verememişti. En sonunda;
-“Tamam tamam, bu kadarı yeter.”dedi. Ama bu son olsun, gelecek yıla kadar bir daha seni görmeyeyim.”
Atatürkçü Koca Sadık, asker selamını bozmadan müdüre döndü ve geri geri kapıya doğru uzaklaşırken:
-“Sağolun Pek Sayın Müdürüm.”dedi ve beni de bir baş işaretiyle selamlayarak odadan çıktı.
Müdür telefonla gerekli talimatı verdikten sonra bana dönerek:
-“Bu adam böyledir.”dedi. “Tüm resmi kurumlarda aynı numarayı yapar ve hep istediğini alır. Alacağı keresteyi evinde falan kullanacağını sanma. Başkasına satacak ve bir süre de olsa evinin ihtiyaçlarını karşılayacak.”

         Atatürkçü Koca Sadık’la tanışmamız bu şekilde oldu. Sonradan, onun çalıştığım köye yakın bir köyde oturduğunu öğrendim. Kaymakamlık başta olmak üzere çeşitli kurumlara gidiyor ve aynı biçimde ihtiyaçlarını karşılıyordu. Fakir Fukara Fonu, Yeşil Kart, Kızılay vb. hep Atatürkçü Koca Sadık için hizmet veriyordu.
Birkaç ay sonra Atatürkçü Koca Sadık’ın köyüne düğüne davet edildik. Köy düğünlerinde misafirler diğer evlere bölüştürülür. Bizi de Sadık’ın evine götürdüler. Evinin yanına cami şadırvanı gibi yuvarlak ayrı bir misafir evi yapmıştı. Tek odalı ve tamamen ahşaptı. Biz içeri yöneldiğimizde önümüzü kesti ve:
-“Durun.”diyerek yandaki ağaçta bağlı bir keçiyi yatırdığı gibi kesti. Sonra da kanından alnımıza sürerek:
-“Şimdi girebilirsiniz.”dedi.
Evde basit bir kilim, sedirde kıllet denilen içi ot dolu yastıklar ve bir sobadan başka bir şey yoktu. Duvarlar, gazetelerden kesilmiş ya da çerçeveli Atatürk resimleri ve şiirleriyle doluydu. Dikkatimi çekense sedirin yerden 1,5 metre yüksekte olması ve 5-6 basamaklı bir merdivenle çıkılmasıydı.Bizi oraya çıkarırken kendisi yere oturdu. Onunla konuşabilmek için sedirden aşağı eğilmek zorunda kalıyorduk. Yanımıza gelmesini ısrarla istememize rağmen kabul etmedi ve gece boyunca aşağıda kaldı.
Akşam yemeği sonrası kapıdan 16-17  yaşlarında bir genç girdi. Atatürkçü Koca Sadık gence dönerek;
-“Tekmil ver!”diye bağırdı.
Genç, tıpkı Sadık gibi selam duruşuna geçerek:
-“Ben, Atatürk’ün bu aziz vatanı emanet ettiği ve vatanı için kanını dökmeye hazır Aşağı Şeyhler köyünden Atatürkçü Koca Sadık oğlu Ecevit Demirel. Emirlerinize hazırım komutanım!” deyince hepimiz kahkahayı bastık. Birbirleri ile bir araya gelemedikleri için ordunun ihtilal yapmasına neden olan iki ezeli siyasi liderin ismi nasıl olmuştu da bir araya gelmişti?
Atatürkçü Koca Sadık’a bunu sorduğumuzda şunları söyledi:
-“1972 yılında bir cinayetim oldu ve 14 yıl ceza aldım. 1974’te Ecevit başa geçince af çıkardı, ben de çıktım. Sonra bu oğlan oldu. Ben de adını Ecevit koydum. Soyadımız da Demirel’di, böyle oldu işte.”
Daha sonra da Atatürkçülüğünü anlattı:
-“”Ne yapayım? Burası dağ köyü. Babadan kalma toprak, mal hiçbir şey yok. 1960 İhtilali’nde askerdim. Komutan Atatürk hastasıydı. Hepimiz de dayak korkusuyla Atatürk’le ilgili ne varsa ezberledik. Ha, şikayetçi olduğumu falan sanmayın, kendisine gece gündüz dua ediyorum. Ya ezberletmeseydi şimdi neyle geçinirdik? Askerden gelince evlendim, babam da beni ayrı çıkardı. Beş parasız aç, sefil ortada kaldım. Aklıma kaymakamdan yardım istemek geldi. İhtilalden sonra atanan çok sert bir adamdı. Titreye titreye karşısına çıktım ama korkudan derdimi anlatamıyordum. Benim kem küm etmeme kızarak Atatürk’ün resmine döndü ve bağırmaya başladı:
-Ey Atam! Geleceği emanet ettiğin şu nesle bak. Daha iki lafı bile bir araya getiremiyor. Biz de onlara seni öğretmeye kalkıyoruz”
Yavaşça da olsa;
-“Ben Atamı iyi bilirim” dedim.
Öfkeli gözlerini biraz daha açarak;
-“Anlat öyleyse!”diye bağırdı.
Ata’nın resmine döndüm ve selam durarak komutanın ezberlettiklerini yüksek sesle söylemeye başladım. O dinledi ben söyledim, ben söyledim o dinledi. Sonunda gözlerinden akan yaşı silerek kalktı ve bana sarılarak gözlerimden öptü.
-“Afferim evladım.”dedi. “Söyle bana ne istiyorsun?”
Rahatlamıştım. Durumumu anlattım. Yanındaki zile basarak görevliyi çağırdı ve;
-“Bu adamı götür ve ne istiyorsa ver.” dedi.
Ben, tekrar selama durup geri geri kapıdan çıkarken seslendi:
-“Bu verilenler biter bitmez gene gel. Ama bana söylediklerini sakın unutma. Gene söyleyebilirsen istediklerini gene alırsın.”
Böylece ben ihtiyaçlarımı karşılamanın yolunu öğrendim. O yıllardan beri de hep aynı yöntemi kullanıyorum. Her zaman işe yaradı.””

Sadık ne de olsa cahil. Ya biraz okumuş yazmış olsaydı.  Anamuhalefet partisine başkan olurdu.