ayhan altay

ANASAYFA

ÖZGEÇMİŞ

KÖŞE YAZILARIM

ARASIRA YAZDIKLARIM

YAZILARIM

ŞİİRLERİM

FOTO

GÖRSELLER

BANA YAZILANLAR

 

 

 

         


 

 

 

 

TIKILİ

           Çookk uzun yıllar geçmiş, çoktan unutulmuştur bazı yaşanmışlıklar. Adlar unutulmuş, görüntüler silinmiştir. Az değil ortalama bir ömre yakın zaman sonrasında, bir gün, umulmadık bir zamanda bir sözcük yankılanır zihninizde. Sonrasında o unutulmuş anılardan biri geliverir aklınıza.

           İşte o unutulmuş anılardan birini çağırdı bir fındık tanesi. Yaşamın filmini geriye sardı zihnim. Şöyle altmış yıl kadar…

           Her insanın öyle midir bilmem ama benim çocukluğum bana çok özel gelir. Yokluğun, yoksulluk olduğunu bilmezdik. Kendi mutluluğumuzu kendimiz yaratırdık. Yalnızca çocuklar değildi mutluluğunu yaratmak için yaşamı renklendiren. Büyüklerde türlü şakalar ve espriler yaratırlardı. Bırakalım bilgisayarı, televizyonu, sinemayı; radyonun bile bir iki ev ile yalnızca bazı kahvelerde olduğunu, yalnızca akşam haberleri saatlerinde –ki haber değil, ajans denirdi- açıldığı o güzelim yıllar.

           1950’li yıllar. Bırakalım beton parkeleri, asfalt ya da betonun yol yapımında kullanılabileceğini bile bilenimiz yoktu. Sel yatağı olan bazı sokaklarda az da olsa Arnavut kaldırımları görülebilirdi. Ana yolların hemen hemen tümüne yakını, çaydan getirilmiş çakılın dökülmesiyle kaplanırdı. Sapanlarımız için taşı bu yollarda bulurduk. Sokaklar ve yolaklar (patikalar) ise tümüyle doğal yapısında yani yağışta çamurlaşan topraktı.

           Oyunların bilgisayarlarda değil, kendi yaptığınız- yaratıcılığınızı geliştiren- oyuncaklarla oynandığı zamanlar… Uçurtmalar, tekerleklerini kendinizin tahtalardan biçtiğiniz didonlu –ki biz dimonlu derdik- arabalar, kırılmış ya da bozulmuş sandalyelerden yapılmış kızaklar, tel ya da kabak arabaları, sapanlar, ceviz fırıldaklar, karabakal tutmak için kıl tuzakları, kuyu kapanları.

           Elma, armut boldu. Ceviz ve fındık ise daha az. Fıstık, leblebi, kuru üzüm bakkallarda vardı ama bizim için ulaşılmaz uzaklıktaydı.

           Sokaktaki insanlar gibi okulumuzun öğretmenleri de ayrı kişilikteydiler. Bazıları çok ciddi ve sert –ki onlardan çekinirdik-, bazıları ise şaka sever ve kaldırır hatta bizimle şakalaşırlardı.

           Ali Hoca işte bu sevdiğimiz öğretmenlerden biriydi. Bizlerle (öğrencilerle) konuşur, şakalaşırdı. Yerde yarım metrenin üzerinde kar olan bir kış gününü anımsarım. İlkokul beşinci sınıftaydım. Kasabanın dışında kalan okul yapımız yetersiz olduğundan, ek olarak iki derslikli bir Amerikan barakası vardı. Dördüncü ve beşinci sınıflar, okulumuzun içinde bulunduğu fındıklığın üst tarafında bulunan barakada ders yapardık.


Tevfik Hoca
           İşte o karlı günde, öğle arasında dört beş metre yüksekteki barakada okuyan bizler, yamacın düzlenerek oluşturulmuş ana bahçedeki diğer sınıfların öğrencilerini yukarıdan kartopuna tutmuştuk. Bir süre sonra bazı öğretmenlerimiz de bu kartopu savaşına katıldılar. Ali Hoca, bahçenin yan tarafından dolaşarak bize yandan saldırmıştı. Bizler kalabalıktık. Onun yandaşları aşağıdaydı. Ali Hoca’yı aramızda sıkıştırdık. Her yönden onlarca kişi saldırdık. Öğretmenimiz, ayağı kayarak düşünce de onun üzerine kar yığdık. Ne kızdı, ne söylendi. Başka öğretmen olsa –hele hele Ramazan Öğretmen- hepimizi sıradan döverdi.

           Tevfik Hoca, kasabamızın tartışmasız en aydınıydı. Çocuklarla pek yakın değildi ama büyüklerle şakalaşırmış. Doğrusu o şakalara tanık olmadım ama bu yazıya adını veren olayın kahramanlarından biri olduğuna ve o yıllarda anlatacağım olay çokça konuşulup gülündüğüne göre şakacılığı varmış.

           Kasabada az sayıda ailenin fındık bahçesi vardı. Bunların tümü de benim akrabalarımdı ve bahçeleri birbirine bitişikti. Bunda kasabaya ilk fındık fidanlarını babamın getirmiş olması ana etkendi.

           Fındıklar toplandıktan sonra yeşil kabukları elde soyulur, sonra kurutulurdu. Kuru fındıklar ise farelerin ve sincapların ulaşamadığı bizim ambar dediğimiz serenderlerde ya da tahtadan yapılmış “herkil” denilen erzak sandıklarında saklanırdı.

           İşte o kışlardan birinde Tevfik Hoca, yemek için serenderden aldığı fındıkları cebine doldurmadan önce bozukları ayırır. Bozuk fındıklar; ya hafif, ya da kurt deliği olanlardır. Sağlam fındıkları bir cebine, bozuk olanları diğer cebine koyar ve çarşının yolunu tutar.

           Yolda fındık yiyerek yürürken Ali Hoca’ya rastlar. -Bu rastlantı mıdır, yoksa özellikle ayarlanmış bir durumudur bilemem.- Onun fındık yediğini gören Ali Hoca, “ ertlami tıkıli mome” der. Bu Gürcücede “biraz fındık ver” demektir. Tevfik Hoca, bozuk fındıkların bulunduğu yerden birkaç fındık verir.

           Ali Hoca’nın dişiyle kırdığı fındıkların tümü bozuktur. Tevfik Hoca kırdığı tüm fındıkları yerken, Ali Hoca tüm fındıkların bozuk olmasının bir şaka olduğunu oldukça geç anlar.

           Sonuçta olay tatlıya bağlanır. Sağlam fındıklar ortaklaşa yenilir.

            AYHAN ALTAY

counter free