YORGİ
Kasım ortalarının serinliği Ege’yi sarmıştı. Dallarda kalan salkımların üzerlerindeki tek tük üzüm taneleri ballanmış, ayvalar albenisini gösteriyordu. Köyün dışına yalnız çıkmaktan korkulan günler yaşanıyordu. Savaş bitmiş, köyden kimi gönüllü, kimi zorla savaşa sürüklenen gençlerin büyük bölümü, geri çekilen orduyla birlikte Yunanistan’a gitmişlerdi.
Yorgi, her zaman kullandığı yolları kullanmadan sapalardan gittiği bağdan yine sapalardan geriye dönüyordu. Ne savaşa katılmış, ne de kimseye kötülük etmişti. Savaş öncesi yaşamından hoşnuttu. ‘Ah! Şu savaş hiç olmamış olsa.’ diye söylendi yavaşça. ‘Bu korku, bu düşmanlık, bu kıyıcılık hiç olmamış olsa…’ diye düşünürken, uyandı düşlerinden. Köyde bir hareketlilik vardı. Sokaklarda telaşlı insanlar dolaşıyorlardı. Hemen sindi bir bükün ardına. Tüm ilgisiyle gözlemledi. Hayır. Çığlık ya da silah sesi yoktu. Yalnızca anlaşılmayan sesler geliyordu. Bir süre daha sindiği yerde kaldı. Sonra, yavaşça kalktı. Yürüdü. Yaklaştıkça sesler daha anlaşılır olmuştu. “Gerçek mi bunlar?” “Ne yaparız.” “Nasıl olur bu?” gibi daha çok soru tümceleri duyuluyordu. Yorgi’nin ilgisi de, kaygısı da artmıştı.
Köye doğru yürüdü. İlk rastladığına, kim olduğuna bile dikkat etmeden sordu:
-Ne var? Ne oluyor?
-Sen duymadın mı? Mübadele… Sabahtan beri… Herkes şaşkın..
-‘Dur be adam.’ dedi Yorgi. ‘Ne oldu? Doğru dürüst anlat?
- Gidiyoruz. Gönderiliyoruz. İsteyen de istemeyen de gidecek, dedi karşısındaki.
- Nereye gidiyoruz?
- Yunanistan’a. Bizi artık burada istemiyorlar. Kovuyorlar.
Durum ertesi gün daha anlaşır olmuştu. Yunanistan ve Türkiye anlaşmış. Türkiye’deki Rumlar Yunanistan’a, Yunanistan’daki Müslümanlar da Türkiye’ye göçertilecekti. Söylenmesi kolay, yazımı belki daha da kolay olan olayın, insanların yaşamındaki etkileri belki de hiç düşünülmemişti.
Yorgi, bundan sonraki birkaç günü çelişkili düşünceler içinde geçirmiş, eli iş tutmamıştı. Sonra bir gün, hiçbir şey olmamış gibi işine sarıldı. Ağaçlarda kalan son meyveleri topladı. Hayvanlarını yılkıya saldı. Kimseyle konuşmuyordu. Hatta çoğu kez köye bile gelmiyor, bağdaki kulübesinde kalıyordu. Ay sonlarına doğru gece soğukları başlayınca, bağa yakın yarı maki, yarı orman olan alanın içinde bir kuytuluk aradı. Kendince güvenli bulduğu bu yere, yanına gelinmeyince görülmeyecek bir mağara-kulübe kazdı.. Kendini köydekilere unutturmuştu. Zaten pek kimsesi de yoktu. Karısı altı yıl önce ölmüş, oğlunu da zorla orduya almışlardı. Savaş sonrası köye dönmemişti. Yaşayıp, yaşamadığını bile bilmiyordu.
Kış zor da olsa geçti. Yorgi’nin köyünde kimse kalmamıştı. Zaman zaman köye iniyor, bazı gereksindiklerinden bulabildiklerini alıyordu. Bahar, her zaman yeni umuttu. Yorgi, bir yıl önce diktiği asmaları kıştan budamış, diplerini ottan temizlemiş, çapalamıştı. Bağın bir köşesine, patates, soğan, marul, roka gibi sebzeler dikmişti. Her geçen gün filizlenen meyve ve sebzelerini ilgiyle gözlemliyordu. İlkyazla birlikte dereden taşıdığı sularla sulamaya başladı bitkilerini. İlgisini hiç esirgemiyordu ama çok uyanık olması gerekiyordu. Bir keresinde, kaybolan ineğini arayan köylüye yakalanıyordu neredeyse. Adam bağ-tarlayı görmüş, şaşkınlık içinde bir çok kez çevresine bakınmıştı.
Yaz çabuk geldi. Önce şeftaliler ile salatalıklar olgunlaştı. Ardından, domatesler ile biberler döktüler. Ama Yorgi için en önemlisi patateslerdi. Patatesler hem yemek, hem ekmektiler. Kış boyu onlar olmasa aç kalırdı. Onlar da nazlı nazlı boylarını uzatıyorlar, ardından çiçekleniyorlardı. Yorgi altlarına toprak yığıyordu daha çok yumru yapmaları için.
Bu kaçak yaşamı içselleştirmişti. Bu, onun toprağıydı. O burada doğmuş, büyümüş ve yaşamıştı. Yaşamının sonuna dek de burada kalmak istiyordu. Ne eski günlere dönmek, ne de gidenlerin geri gelmesi ve birlikte yaşamak gibi düşleri yoktu. Bu toprak. bu bitkiler, orman onun yaşamının anlamıydı. Artık, ilk zamanlar yaptığı gibi kendi kendine de konuşmuyordu. Konuşma gereksinimi bile duymayacak kadar bütünleştirmişti yalnızlıkla kendini. Yalnız bazı geceler gördüğü düşlerden sonra uyanınca özlerdi insanları, yeniden uyuyuncaya dek…
* * * *
Tepenin doruğuna çıktıklarında Kara İbrahim tüfeğini kucağına yatırdı, dudağında sarmasını tüttürerek Urla açıklarındaki adalara ve denize baktı. Güneş tepeye yaklaşmıştı ama onlar daha bir av bulamamışlardı. “Köyde iş çok. Keşke kalıp işlenseydim” dedi, arkadaşı Hüseyin’e. Sonra, yanıt beklemeden ekledi: “Zor bu rençperlik be Hüseyin. Galiba en iyisi İzmir’e göçmek. Zaten orada Rumlardan kalma evler boş durur. Yerleşiriz birine. Biraz da onarttık mı, ev tamam. Sonrası, bir iş buluruz elbette. Kahpe Yunan bir daha gelecek değil ya..”
Yanıtlamadı Hüseyin. Dalgındı.’Bu Kara İbrahim işgal yıllarında böyle konuşmazdı. Şimdi aslan kesildi.’ diye geçirdi içinden.
Urla’yı ve denizi arkalarına alarak bayır aşağı yürüdüler. Yapraklarını dökmüş incirler, zeytinler, çamlar, makiler birbirlerine girmişti. Yaban hayvanlar dolaşmasa hiç yolak kalmayacaktı. Birden önlerine hayli bakımlı bir bağ çıktı. Bir bölümüne sebze ekilmişti. Anımsadı Hüseyin burayı. Daha önce ineğini ararken de görmüştü. Bağa girdiler. Sebzelerin altı nemliydi. Belli ki yeni sulanmıştı.
-Kim bakıyor bu bağa? Dedi Hüseyin. Hangi “kılıcı kanlı” sahiplendi acaba?
- Ne bileyim. Diye yanıtladı Kara İbrahim. Kim olursa olsun epey emek vermiş gavurun bağına.
Dalından birkaç salkım üzüm kopardılar. Sonra da bağın kıyısındaki makilerin gölgesine çöküp yediler. Öylesine yorulmuşlardı ki, hiç konuşmadan oturuyor, ellerine aldıkları dal parçası ile toprağı karıştırıyorlardı.
Birden irkildi Kara İbrahim. Arkalarında bir yerden çıtırtı duymuştu. Tüfeğini aldı usulca, horozunu kaldırdı. Sindi. Usulca süzüldü çalılıklara.
Hüseyin olduğu yerde kalmış arkadaşının yittiği çalılıklara doğru bakıyordu. Az sonra büyük bir gürültü ile birlikte canhıraş bir feryatla fırladı yerinden.
Ne olduğunu anlamamıştı. Kara İbrahim de görünürlerde yoktu. Tarlanın taş avlusunun üzerinden aşarken gördü. Elinde tüfeğiyle hızla yukarıya doğru yürüyordu. İsteksizce o yana doğru yürüdü. Yeniden yokuşa sarmışlardı. Yerde, aralıklı kan izleri vardı. Geldiği yolaktan yukarı yürürken ikinci bir silah sesi daha duydu. Adımlarını hızlandırdı. Biraz önce indikleri deniz görülen tepeyi aştı. Fundalıkların arasında İbrahim’i gördü. Elinde silahıyla dikiliyor, önüne bakıyordu. Yanına gittiğinde şaşırdı. Yerde kanlar içinde biri yatıyordu.
Konuşmadılar. Bir süre birbirlerine ve yerde yatan ölüye baktılar.
Hüzün ikisinin de yüzlerine vurmuştu…