Skip to: Site menu | Main content

FEHMİ SALIK

e-posta : [email protected]
Web site:
telefon   :

ÖZGEÇMİŞ

            Anamın beyanına göre 1939, nüfus cüzdanıma göre 1937 yılında Diyarbakır'ın                         Büyükkadıköyü'nde doğmuşum. Ben "anamın beyanı"na inanıyorum.
            İlkokulu köyümde, ortaöğrenimimi, adı sonradan "öğretmen okulu"na dönüştürülen Dicle Köy Enstitüsü'nde, yükseköğrenimimi de Bursa'da tamamladım. İlk görev yerim, Gaziantep Kız Ortaokulu'dur.
            Süreç içinde, yurdun değişik bölgelerinde uzun yıllar, ortaokul ve liselerde öğretmenlik ve müdürlük yaptım.
            Farklı dergi ve gazetelerde şiirlerim, öykülerim, yazılarım yayımlandı.
            Meslek yaşamım süresince başıma gelmedik iş kalmadı.
            Yolum kesildi, saldırıya uğradım. Evime baskınlar yapıldı. Kitaplarıma el kondu.
            Altı ay içinde üç ayrı yere sürüldüm. Adı uyduruk, gerçekte var olmayan yerlere atamam yapıldı. Aylarca açıkta kaldım. Danıştay kararlarıyla görevime geri döndüm. Bu uygulamaların birinde bir gün göreve başladım; ertesi gün yeniden görevden alındım.
            12 Eylül kasırgası, devrimci, duyarlı her insan gibi benim de bedenimi dut dalı gibi salladı, soluğumu kesti. Görevimin en verimli çağında "zorla emekli" edildim.
            Köy Enstitüsü ocağında pişmiş; yakasına TÖS/ TÖB-DER rozeti takmış; TÖB-DER ve EĞİT-DER şube başkanlıkları yapmış bir öğretmenim. EĞİTİM-İŞ'le EĞİT- SEN'in birleşerek EĞİTİM-SEN'e dönüşmesi için çaba harcayanlardan biriyim. Karşıyaka Eğit-Der Şubesi Başkanlığım sırasında Eğit-Sen Genel Başkanı İsmet Aktaş'la Eğitim-İş Genel Başkanı Niyazi Altunya'yı Karşıyaka'da arkadaşlarımla birlikte ağırlamış, sonra Buca'ya geçmiştik. Bugünkü EĞİTİM-SEN'in temeline ilk harç burada atılmıştı.
            Bir ara politikanın pis batağında boğulmak üzereydim; neyse kendimi tez kurtardım.
            1990 yılında "Yayımlanmamış Röportaj Dalı"nda Yunus Nadi Birincilik Ödülü"nü aldım. Yazın alanının değişik dallarında 30'u aşkın ödülüm var.
            Bunlardan birkaçı:

  1. 1990 Yılında, Yayımlanmamış Röportaj Dalı'nda, YUNUS NADİ BİRİNCİLİK ÖDÜLÜ
  2. 2004 Yılında, Hacı Bektaş Öykü Yarışması BİRİNCİLİĞİ.
  3. 2007 Yılında Hacı Bektaş Serbest Şiir Yarışması BİRİNCİLİĞİ.  
  4. 2008 Yılında Hacı Bektaş ÖYKÜ Yarışması BİRİNCİLİĞİ.
  5. 2010 Yılında Hacı Bektaş Serbest Şiir Yarışması BİRİNCİLİĞİ

YAPITLARI

'Düş' adlı yapıtım, öğrencilere yönelik bir çalışmaydı; yayınlanma tarihi 1961'dir. Milli Eğitim Bakanlığı, özendirme amacıyla 200 kitabımı satın aldı.
'Hoş Geldin Mustafa Kemal', yayınlanma tarihi 1.basım 1964, 2. basım Kültür Bakanlığı'nca yapıldı 1998

  


'Şiro', taşlama şiirler, 1969'da yayımlandı.
'Güneşi Emen Ölü', 1997'de yayımlandı. (Toplumsal öykülerden oluşmuştur.)
'Köpek Uzmanı', "Bu Yayınevi"nin, 2001 yılında açtığı 'Mizah Öyküleri Yarışması'nda mansiyon aldı ve adı geçen yayınevince aynı yıl yayımlandı. İkinci baskısı 2011 yılında yapıldı.

  


'Lalo', (anı/roman) 2009 yılında Merdivenaltı Yayınevi tarafından yayımlandı.
Lalo, yayın dünyasında epey yankılandı. Yazılanlardan sadece küçük bir alıntıyı burada okurlarla paylaşmak isterim:
"...Söze nasıl başlayacağımı bilemiyorum. Dilim 'lal' oluyor Lalo'yu okurken. Güneydoğu odaklı travmatik gerçeklik yapışıp kalıyor üstüme. Küllerinde akbabaların uçtuğu o ahraz ortamda basireti bağlanıyor insanoğlunun... Fehmi Salık, biyografik yönü ağır basan geriye gidişlerle, neredeyse dört kuşaklı bir zamanı irdelemiş geçmişinin. Kendiyle başlayıp Lalo'yla bitirdiği o zaman tünelinin her karesinden kan ve gözyaşı sızıyor... "-Ahmet GÜNBAŞ, Şair/Eleştirmen- (Çinikitap, Mart/Nisan 2010, Sayı: 2)
'Kızılet Kuşlar', Diyarbakırlı Alevilerin destansı romanı. RED Yayınevi, 2011.

  

'Düş' adlı yapıtım, kitaplarıma el konduktan sonra bir daha bana verilmedi

YAZILARINDAN ÖRNEKLER

TRENDE

Yunus Nadi Birincilik Ödülü

Çiğli/Basmane yönünde banliyö trenindeyim.         
Tren tıklım tıklım. Yolcuların çoğu ayakta. Denizden yana pencere kenarında oturuyorum. Tam karşımda 80'ini rahat aşmış doğulu bir yurttaş; gözlerini denizden hiç ayırmıyor. Yüzünde 'yıl yarası' var adamın; suratının bir yanı bayağı yeşil. Çaktırmadan bakıyorum. Bahane arıyorum konuşmak için. İçimden "Kalıbımı basarım, Güneydoğu'dan" diyorum. "Belki Siverek, belki Hilvan."
Onun da beni izlediğini ayrımsıyorum.
Yeşile bulanık mavi, denizle gök arasında bir köprü oluşturmuş Körfez'in üstünde. Şubatın ilk çeyreğindeyiz. Gün, Pazar; deniz, dümdüz. Doğuda soğuğa, kışa mahkûm olan Güneş, Büyük Efes Oteli'nin camlarına düşmüş, alev alev yanmakta. Yamanlardan kopup gelen hafif bir İmbat, daha denizin ortasına varmadan boğulmakta. Karşıyaka'daki gökdelen, Kadifekale'ye doğru bir selam gibi uzanmakta. Bir rehavet çökmüş İzmir'in üstüne; İzmir, mışıl mışıl uyumakta.
Martılar, kıyıya yakın beyaz bir çizgi oluşturmuşlar; biri konup biri kalkıyor; tümünün yönü Güneşe doğru.
Salhane Durağı'nın orada ben sormadan doğulu yurttaşım, konuşmaya başladı:
"Bana bak beg; senin gettiğin yerden gelirem; Allahvekil içinden geçeni bilirem. Neden mi suratımın bir yanı yeşil? Hemen diyem sana: Anam yazıda başağ toplarken çadırın gölgesinde uyutmuş beni. Dönüşte ne görsün bi de: çöreklenmiş böyük bi yılan, sol yüzümün altında imuşağ bi yastuğtur. O gün bögündür suratımın o yanı yeşildir. Adım da oradan gelmedir işte: 'İkirenk Seyfo'. Bi de ikizim vardır 'İkirenk Abbas'. Onun da öteki yüzü yeşildir. Çoğluğla adlarımız 'O'lu biter kurban: Saliho, Rızo, Fato; Mahmudo, Bekiro, Zeyno. Adımız mirastır babamızdan; ona da babasından. İşte böyle iki gözüm; Diyarbekir'denem. Dicle'den öte, Ambarlı'dan. Arpa orağa geldiği zaman anamdan düşmüşem. Serancamım da o günden başlar. Dertle barabar böyümüşem. Germişem kıl çadırı çöle dorğu. Salmış ataşını üstümüze Güneş. Alav/ataş içinde her bi yan. Kimi gün de görünmez olmuş o koca Güneş. Bulut gelmiş kara. Yeldir esmiş kara.
Köçerik kurban. Yerimiz/yurdumuz yoğ. Leyleğe, göçmen kuşlara benzerik Ekmek atlı, biz yayan. Kütükte geçer adımız: "Mehmet oğlu, Ayşey'den doğma.' Sayfamız, cildimiz var; hanamız yoğ. Gözünü sevmişem, hanasızlığ zor. Tek çadırda on horanta. Kışın Antalya, İzmir; Yazın Urfa, Diyarbekir. Gezerik begim. Bizim ölümümüz, dehe bi ağuludur. Heç unutmam bi gün hazan yarpağına dönmüştür gelinim Zeyno; tir tir titremiştir. Sora çoğ geçmemiş ataş sarmıştır her bi yanını. Anlamışam helbet işi kötüdür. Kaynı Saliho'ya yaman bağırmışam: Hadi yavrum, hadi koçum tez uyan, durma. Arzuhal ver Diyarbekir'e; tilifon et, tel çek. Buna benzer nice bi yığın şeyler demişem. Mümkinatı yoğ, Saliho'mun sesi çığmaz; çıt yoğtur. Kızmışam he vallah. Cinlerim tepeme üşüşmüştür neki var. Yürümüşem Saliho'mun yatağına dorğu. Ne gelmişse ağzıma vermiş veriştirmişem. Sora akıl etmiş eğilmişem. Ne görmüşem bi de bilir misen beg? Saliho'm ölmüştür. Kulağımı sol memesinin altına dayamışam; üreği yerinde yoğtur. Umutlanmışam sağ kulağım duymaz, diyerekten bi de solu vermişem; gene yoğtur. Titremişem. Topaç kimin fır dönmüşem olduğum yerde. Ben, ben degilem artığ; tut ki çadırın bir diregiyem. İgne batır kanım ağmaz. Ağzımla, burnumla koğlamışam yavrumu. O hoş koğusunu cigerlerime çekmişem. Nazar kılmışam gelinim Zeyno'ya; zavallı karı, özümden beterdir; 'ikican'dır üstelik. Oğlumun ölüsünü yatalağ anasına vermişem; anlamışam iş, özüme kalmıştır. Duramamışam. Çekmişem doru kısrağı hazıra. Vurmuşam sırtına palanını. Kolanını muhkem bağlamışam. Bindirmişem gelinim Zeyno'yu atın üstüne; ağlımca hekime yollanmışam. Yerinde yoğtur Ay. Çoğ aramışam yulduz yoğtur. Gece, boynuma oturmuş kapkara bi zulumdur. Bi gün sora, ikican olarağtan gömmüşem gelinim Zeyno'yu kara torpağa..."
Duygulandı. Cebinden buruşmuş bir mendil çıkardı. Ağzında, burnunda, gözlerinde gezdirdi mendili. Bir iki kez burnunu çekti. Yutkundu. Boğazındaki çıkıntı gittikçe irileşti. Derinden bir soludu. Yeniden başladı konuşmaya:
"Tek avuç olsun torpağımız yoğtur beg. Olsa, buralara kadar kalğar gelir miyem? Torpağ öyle hoş, öyle şirin ki sorma heç. Ah bi olsa ellerimle eşerem onu; ayağlarımla didik didik ederem; tepelerem; avuçlar mıncığını çığarıram. Gece demem, gündüz demem, çalışıram ha babam;  her bi zorluğa katlanıram. Torpağ tükenmez bi nimet begim; torpağ anaç; kimine mezar, kimine de kazanç."
Benim sormama gerek yok. O, içimden geçenleri anlıyor zaten:
"Kulağını aç da dinle. Komşumuz olur Ağviran'dan Huriye. Belenir kara torpağa gün boyu; alnındaki kara yazıyı çapalar. Bi gör ellerini begim, parmağlarını bi gör; Allahvekil her biri bi tospağa başına benzer. Cümlemizin öyle. Bi lokma ekmek uğruna üregimiz atar. Yoğ begim yoğ, kimseden umut yoğ; medet yoğ kimseden. Yavrularımı hastalığ, yoğsulluğ yedi; torunlarımı da işkence, zulum. Suçumuz nedir inan ki henüz anlamış degilem. Aslında ağıdımız, yazgımız kara. Ne zaman güldük begim? Fukarayı deve üstünde soğarmış yılan. Özüme sorarsan çoğ hayıflanmışam; niye ki o zaman soğmamış yazıda canımı yılan? Bu zamana niye gelmişem? Niye ölmemişem Kamal Paşa'yla barabar harba girdığımız o yıllar? Demek ki bunca derdi, bunca yükü kaldırabilmişem bu zamandır. Bundan sora da kaldırıram beg. Torunum Mahmudo'yu Kırbıs'a göndermişem 74'te. Ondan iki ay önce toy/dügün etmişem. Yunan'ın kör kurşunu işlememiş Mahmudo'ma; Mahmudo'm dönmüş gelmiştir bizim o kara çadıra. Çadır Diyarbekir düzündedir o zaman. Bi heç uğruna öz cendermemize hedef olmuştur torunum. Pılımı pırtımı toplamış Diyarbekir'den kaçmışam. Dolmuşuğ tirana begime diyem; tiran zulmat karadır. Dağ tükenmez, yol bitmez. Ne de böyükmüş melmeketim. Çadırımı dürmüş barabar getirmişem. Gece girmişik İzmir'e. Her yan ıpışşığ, her yan gündüz. Işığlar sıra sıra dengizin içinde; yalap yalap kurban; tut ki karıların boynunda balkıyan bi gerdanlığ. Tiranın ardınca sürünen Ay, sönmüş bi kor parçası kimin yapışmış gögün döşüne. Bu ikinci girişimdir İzmir'e begim; az önce de demiştim: ilki Kamal Paşa'yla birlik, Eylul'un 9'u; ögümüzde Yunan gavuru. He vallah böyle begim. Mustafa Kamal da Mustafa Kamal hani. İnanın olsun, böyle senin kimin yağundan görmüşem onu. Ataşa benzer bağışlarına dayanamamışam. Çekmişem gözlerimi gözlerinden. Ben de yabana atılır degilem o zaman. Bunca derdi, bunca kahrı da çekmemişem; sırım kiminem evvel Allah. Boyum fidan, bıyığım kaytan. Taşı ver avucuma, ezer suyunu çığarıram. Aynen böyle begim. Hikayata değer mi bilmem, herneyse; ben son girişimizi bir iki sözle diyem sana. Basmahana'da yenmişem; bilmişem bu son durağtır. Göğnümden kıl çadırı gerem, horantayı koruyam, demişem. Kesinlikle yer bulamamışam Basmahana'nın etrafında. Kimse tanımamış beni. Kırmızı kurdeleye bağlı gazilik beratımı iyicene sarkıtmışam. Gözler bi gazi görsün demişem içimden. Oralı olmamış heç kemse. Oysam ben, gelmeden önce uşağların anasına çoğ demişem; İzmir'i eyi tanıram, avuç içi kimin bilerem diyerekten anlatmışam, anlatmışam. Düzde, dağda, çadırda kulağlarını patlatmışam horantanın. Horoz kesilmişem ne ki var hepsinin başına. Gene de akıl etmiş sormuşam Çiğli'yi birine. Adam gülmüş. O zaman anlamışam işte başım dönmüştür. Binmişik bi başka tirana; gerin gerin gelmişik. Niye ki Çiğli'yi sormuşam diyeceksin begim? Bizim karşı obadan olur Köselerin Abbas, adaşıdır kardaşımın; tutmuş İzmir'in yolunu bıldır; gelmiş Çiğli'de Güzeltepe'ye yerleşmiş. Salmış habarını bize de; "Davarı satsın, çadırı dürsün, horantayı toplayıp gelsin. Ne ararsan var burada. Herşey bol, herşey dolu dolu. Geldiğim günün haftası Tariş'e girmişem. Kapıda bekçiyem. İşimi sevmişem. Emeğimin karşılığını almışam. Halil-i Rahman bereketi kesesine devletin; dilerem zeval görmesin. Bi yıl içinde arsa almış, hemi de üstüne briketten bi ev yapmışam. Kurtulmuşam artığ kıl çadırdan." Böyle salmış işte habarını Köseler'in Abbas.
Az bi zaman geçti aradan; Tariş'in kapısı ögünde Abbas'ın ölüsünü buldular. Geride Abbas'ın dört uşağı, bi helali, Tariş'in defterinde yazılı ismi, bi de briket duvarda asılı bekçi resmi kaldı. Kılı kıpırdamadı kimsenin. Ne tilavuzyon verdi, ne de gazatalar yazdı Abbas'ın ölümünü. Hani demişler ya begim 'Abbas yolcu'; aynı onun misali.
Fukaralığın adı batsın begim; 'ölüm' denen o pis gâvurun adı batsın. İkisi de benimle olduğtan sora ha çadırı Diyarbekir düzünde germişem, ha İzmir Güzeltepe'de..."
Düğmesine basılmış bir aygıt gibi birden sustu İkirenk Seyfo.

Ne o konuştu bi daha, ne de ben üstüne vardım bu dert küpü adamın...

 

            İKİ LİSELİ

            2008 Hacı Bektaş Veli Kısa Öykü Yarışması’nda BİRİNCİLİK ödülü

Her gün oturdukları kanepe, o gün de boştu. Bu kanepeye alışmışlardı.
Parkın İzmir Körfezi'ne bakan kesimi, mutlaka görülmesi gereken bir film için önceden ayrılmış bir sinema locasını andırıyordu.
Üniversite sınavlarından çıkalı on gün olmuştu. On gün boyunca iki arkadaş, buraya gelmeyi yeğlemişlerdi hep; hep de aynı kanepede oturmuşlardı. Belki de parka gelenler, bilinçli olarak bu kanepeyi boş bırakıyorlardı onlara.
Güneş batmak üzereydi. Güneşin batışını burada izlemek, kuşku yok ki Nemrut Dağı eteklerinden izlemek kadar güzeldi. Tanımı zor bir kızıllığa dönüşüyordu bu alev topu; ağırlığı kırmızıdan oluşmuş, içine mor damlatılmış ışıl ışıl yanan cıncığımsı bir bilye gibi duruyordu Körfez'in üstünde; az sonra Yunanistan'a doğru yuvarlanacaktı.
Karşıda Mavikent blokları, birbiriyle yarışa girmişçesine göğe yükseliyordu. Yakında tamamlanması beklenen Aydın/İzmir Çevre Yolu'nun, Karşıyaka/Çiğli bölümü köprüyolu, Mavikent blokları karşısında, art arda dizilmiş kaplumbağalara benziyordu. Bu köprüyolun arasında sıkışıp kalan Anadolu Caddesi, karınca çokluğunda araba kaynıyordu.
İki arkadaş, henüz oturmamışlardı ki başlarının üstünden iki eğitim uçağı art arda geçti.
Yılmaz, güldü.
Ayfer, konuştu:
"O fıkrayı anımsadın değil mi?"
"Evet öyle; tam da başımızın üstünden."
"Elleme geçsin" dedi Ayfer.
Gülüşleri birbirine eklendi ikisinin de.
Kanepe numaralanmış gibi herkes, her günkü yerine oturdu.
Ayfer, elindeki küçük poşeti aralarına koydu.
Yılmaz sordu:
"Sınavlar biteli çok oldu; bu da ne?"
Ayfer, poşetin içindekini çıkardı; Yılmaz'a doğru tuttu.
"Pir Sultan Abdal. Halk Edebiyatımızın 'üç büyükleri'nden biri."
Yılmaz'ın gözleri ışıldadı.
"Aynı zamanda bizim 'yedi ulu ozanımız'dan biri."
"Onlar da kim?" dedi Ayfer.
"Onlardan birini iyi tanıyorsun sen. Hele bir düşün; Mahir Öğretmen, onun şiirlerini okuduğunda ağzımızın suyu akardı."
"Mahir Öğretmen'in belleğinde dünyanın bütün şairlerinden şiirler var. Bir iki dize söyle de sahibinin kim olduğunu söyleyeyim sana."
"Hadi hadi yormayayım seni; 'Fuzuli rindi şeydadır'..."
"Allah allah, demek Fuzuli de sizden?"
"Bizden olmayan mı var?" dedi Yılmaz; konuyu değiştirdi.
"Şu karşıya bak. Gözlerinle şöyle bir yay çiz. Tüm yöre bir ışık denizi. Körfez'in her iki yakası da kadın boynunda yalap yalap yanan birer gerdanlığa benziyor."
"Bana göre İzmir'in gecesi, gündüzünden daha güzel" dedi Ayfer.
"Orası öyle. 'İzmir' denince aklıma Cahit Külebi geliyor hemen. Ne güzel diyordu o şiirinde: -İzmir'in denizi kız/ Kızı deniz kokar-"
"Edebiyat çok güzel; şiir çok güzel. Şiiri sen de güzel okuyorsun, Allah var."
Ayfer, burada durdu; Yılmaz'ın gözlerinin içine baktı. Bir şeyler söylemek istedi, söyleyemedi. Yanaklarının yandığını duyumsadı o zaman. Sol göğsünün altında bir karıncalanma oldu. Kaşıntıya benzer bir şeyler gezindi bedeninde. Kaşıntının yerini bilemedi bir türlü.
Yılmaz, gözlerini Ayfer'inkilerden çekti.
"Teşekkür ederim. Senin gibi ben de edebiyatı çok seviyorum. Özellikle Halk Edebiyatı'na bayılıyorum. Senin de bu alanda ne denli duygu yüklü olduğunu biliyorum. Birbirimizi tanıyoruz artık. Tam üç yıl bir arada okuduk. Edebiyata olan tutkumuz değil midir ki bizi her akşam bu kanepeye zamklıyor?"
Ayfer, kendini toparladı.
Bize edebiyatı sevdiren şu Mahir Öğretmen oldu. Dersimize girdiği ilk gün, gözlerimin önünden gitmiyor hiç: Bir de baktım kapıdan uzun boylu, karnı beline yapışmış, ince bilekli, bileklerin inceliğine inat iri elli, uzun parmaklı, uzun kır saçlı, Abdülhamit burunlu, posbıyıklı, kalın kaşlı, kareli ceketli biri girdi içeriye."
Yılmaz, Ayfer'in hızını kesti.
"Öğretmenin olsaydım, 'tam not' verirdim sana, bu betimlemene karşılık."
Ayfer güldü.
"Şımartıyorsun beni. Öğretmenimizin o ilk günkü konuşması çok etkiledi beni."
Yılmaz, başıyla arkadaşını onayladı.
"O konuşmayı, noktasına/virgülüne dek anımsıyorum ben de. Özet olarak şöyle demişti öğretmenimiz: - Benim için ırk, din, dil, cins, renk, mezhep ayrılığı yoktur; insan vardır sadece. Bizim dersimizin içinde insanın üretkenliği, sevgisi, dayanışması, paylaşımı vardır.- Ben de öyle düşünüyorum Ayfer; 'sizden/bizden' tanımına bakmıyorum. Öğretmenimizi Alevi olduğu için değil, onun deyimiyle 'insan' olduğu için sevdim. Edebiyat dersimiz olduğu gün, bir rahatlık duyuyordum ben. Tüm yorgunluğum üzerimden silinip yok oluyordu. Aç bir insanın, hazır bir sofraya oturuşunu düşün; o iştahla bekliyordum bu dersi. Kırk beş dakikalık o zaman dilimi, kesilmiş olgun bir karpuzun göbeği gibi geliyordu bana. İyi bilirsin, karpuzun en tatlı yeri orasıdır."
Ayfer, elindeki kitabı havaya kaldırdı.
"Bunun içindekiler de ağzını sulandıran o karpuzun orta yeri gibidir işte."
Yılmaz'ın sevinci iyice arttı.
"O tadı iyi bilirim. Sana tat alacağın bazı önemli kaynaklar daha vermek istiyorum. Az önce sözünü ettim: Pir Sultan, yedi büyük ozanımızdan biridir. Nesimi'yi, Hatayi'yi de okumalısın. Okullarda sadece not almak için okuduğumuz Fuzuli'yi yeniden içercesine okumalısın. Yemini'yi, Virani'yi, Kul Himmet'i de konuk etmelisin gecikmeden. Bütün bunlardan önce 'Serçeşme'ye ağzını dayayıp kana kana içmelisin."
Ayfer, merakla sordu:
"O da ne demek; açar mısın biraz?"
Yılmaz'ın canına minnet:
"Serçeşme, 'baş kaynak' demektir. Öyle bir kaynak ki çağlar boyu coşar gelir; suyu ne kurur, ne eksilir. Gürül gürül akar dört koldan; tüm evreni dolaşır; varır 'kırk makam'a dayanır. Suyu dupdurudur bu kaynağın; adı HACI BEKTAŞ'tır. O, velilerin, ozanların, bilgelerin piridir. O, haksızlığa direnen bir savaşçı, tüm çağların destanını yazan bir büyük düşünürdür. Onun öğretisi, sadece Aleviler için değil, tüm insanlık için geçerlidir."
"Heyecanlanıyorsun" dedi Ayfer.
Yılmaz, yutkundu.
"Gözlemin doğru. O, bir 'yol önderi'dir. Onu iyi okur, iyi özümlersen, sen de heyecanlanırsın. Onun çizdiği yola girebilmen için, onun oluşturduğu 'dört kapı'dan geçmen gerekir. Işıl ışıl, yaldız yaldızdır bu kapılar. Az önce adlarını saydığımız ozanlarımız, nice veliler, nice bilgeler; bu dört kapıdan geçmişlerdir birer birer; taslarını bu kaynaktan doldurup içmişlerdir. Bu dört kapının biçimini o çizmiş; özünü o seçmiş; rengini o vurmuş. Bu kapıların açıldığı o 'insanlık evi'nin gerçek mimarı odur."
Ayfer, hayranlığını gizleyemedi.
"Şiir okuyor gibi konuşuyorsun. Söz olsun ilk işim, Hacı Bektaş'ı okumak olacaktır. Önce şu kapıları aç da gireyim içeri şöyle bir; göreyim ne var ne yok?"
"Haklısın" dedi Yılmaz; kapıları açmaya çalıştı birer birer:
"Birinci kapının adı 'aşama'dır. Bir inanma, bir sevgi kapısıdır. Allah'ın aslanı İmam Ali'nin sevgisi dolar bu kapıdan girenlerin içine. Yola girmek için bir 'hazırlık kapısı'dır bu.
İkincisi 'erdemlilik kapısı'dır. Bu, açıldı mı yola girmişsin artık. Senin için 'zor' başlamıştır. Ulu Pir, bu kapıda uyarır seni: 'Gelme, gelme, gelme; eğer geleceksen dönme, dönme, dönme' der. Bu kapıdan içeri girdin mi ölünceye dek geri dönemezsin bir daha. Pir'in öğretisi, belleğine/gönlüne çıkmayacak biçimde kazınmıştır artık.
Kapılar, birbirleriyle bağlantılıdır. Bu kapılardan sırayla girmek zorundasın. Birinciyi açıp, ikinciyi atlayıp, üçüncüye giremezsin."
Ayfer, arkadaşının soluklanmasını istedi.
"Bunları kapsamlı biçimde okuyacağım. Gelelim üçüncü kapıya; onu da aç bana."
"Buna da 'marifet kapısı' demiştir ulu Pir. Bir bakıma ustalık kapısıdır bu. İnsanlar, bu kapının açılmasıyla olgunlaşır; aydınlığa çıkar. Olayları bilim yoluyla yorumlamaya, çözmeye çalışır."
Ayfer sordu:
"Peki, ya dördüncü kapı?"
"Bu kapının üstüne Pirimiz, 'hakikat kapısı' yazmıştır. Bu kapıya dek gelen, bu kapıyı açan, bu kapıdan giren, 'gelişmiş insan' demektir artık. Gelişmiş insanın yönü Tanrı'ya bakar; doğruluğa, insanlığa çevrilir; diğer üç kapıdan edindiği eğitimin son aşamasını burada tamamlar. Böylesi bir insanın sözlüğünde 'kin, dedikodu, çalma/çırpma, öfke, hınç' sözcükleri yoktur artık; sevgi vardır; çalışma vardır; üretkenlik, paylaşım vardır. Gelişmiş insanın gözünü kan bürümez; gelişmiş insan, adam öldürmez; canlıya kıymaz; çevreyi/doğayı kirletmez. O artık Tanrı'nın bir parçasıdır; Tanrı'yla bütünleşmiştir. Tanrı'dan kötülük gelmez. Şöyle bir düşün Ayfer: Olayları, TV'lerde gördüklerini, usunun süzgecinden geçir bir. Dünyamız bir 'kan gölü'ne dönüşmüş. İnsan insanı yakıyor, boğazlıyor, asıyor. 'Hayvan' dediklerimiz, insanların gözlerinin içine bakıyor melül melül. Geçen gün senden ayrıldıktan sonra, parkın alt köşesinde bir kediyle köpeği yan yana, birbirleriyle oynarken gördüm. Durup iyice baktım onlara. Gördüklerime inanamadım. Ama gördüklerim doğruydu: Köpek yan yatmış, kedi ön ayaklarından biriyle köpeğin karnını kaşır gibi yapıyordu. Köpekten hiç ses çıkmıyordu. O an, birbirini öldüren insanların sınıfından olduğum için ne yalan söyleyeyim çok utandım."
Ayfer, Yılmaz'ın sözünü kesti:
"Beni ağlatacaksın."
"Doğruları söylüyorum Ayfer; gerçekleri söylüyorum. Ulu Pir Hacı Bektaş'ın bu 'dört kapı'sından geçen, nefsini yener; kendini tanır önce. İnsanın kendini tanıması, çok önemlidir. Kendini tanıyan/bilen, başkasına zarar vermez. Pirimizin öğüdüdür: 'Her ne arar isen kendinde ara.' İyilik de, kötülük de insanda oluşuyor. Şu söze bak bir Ayfer: 'İncinsen de incitme' diyor büyük düşünür;  yüzyıllar önce söylüyor bunları. Bana göre onun öğretisi bir  'dünya aynası' olmuştur artık; bu aynaya bakmalıdır herkes. Bu, bir 'dünya anayasası'dır. 
İçimdekini söylüyorum: Eğer onun söylemleri, öğretisi uygulamaya konsaydı, o zaman işte dünyamız böylesine bir 'kan gölü'ne dönmez, insan insanı bu denli bir acımasızlıkla yakmaz/boğazlamazdı..."
Yılmaz, burada pili bitmiş bir aygıt gibi birden sustu; gözlerini Körfez'in iki yakasında kadın boynunda bir gerdanlık gibi parlayan o ışık denizine dikti, daldı.
Az ötelerinde kızlı/erkekli bir grup genç, gitar eşliğinde koro halinde şarkı söylüyordu. Tanımıyorlardı onları; parkta ilk görüyorlardı; üniversite öğrencilerine benziyorlardı. Tarkan'dan, Ebru Gündeş'ten, 'var mısın, yok musun'dan söz ediyorlardı; zaman zaman attıkları kahkahalar, kulaklarda patlıyordu.
Ayfer, başıyla o yanı gösterdi.
"Biz de mi böyle olacağız?"
Yılmaz, dudaklarını büzdü.
"Bilmem ki. Demek bunlar, Mahir Öğretmen gibi birinde okumadılar."
Ayfer, elindeki kitabı poşetine koydu.
"Kalkalım istersen. Bugün daha bir dolu gidiyorum eve. Ama dediğimi yapacağım. İlk işim, pirinizi iyice okuyup özümsemek olacak. Belli mi olur, bir de bakarsın ben de o 'dört kapı'dan geçip o güzel 'yol'a girmiş olurum."
Yılmaz, güldü.
"Kazançlı çıkarsın."
Her gün el sıkışıp vedalaşan bu iki arkadaş, o gün birer bacı/kardeş gibi öpüşüp ayrıldılar...

 

 

"NE MUTLU SANA" HACI BEKTAŞ

2010 "Hacı Bektaş Veli Serbest Şiir Yarışması"nda BİRİNCİLİK ödülü

Dağ mı yükselirdi buncasına
Deniz mi giyinirdi bu lacivert mantoyu
Bu denli görkemli mi olurdu gökyüzü
Yeryüzü çiçek mi açardı böylesine
Bu asma fener
Orada sallanıp durmasa

Ya nasıl havalanırdı güvercin
Nasıl örerdi kozasını
İbrişim dokuyan böcek
Çiçekten çiçeğe uçan kelebek
Buncasına cümbüş
Buncasına renk
Bu ahenk
Armağan mı olurdu insanlığa
O asma fenerin ışığı olmasa

Anlamı mı kalırdı karıncanın
Arı nasıl dururdu bal'a
Nasıl pay ederdik adlarını
Kurda/kuşa
Yılana/çıyana
Nasıl don biçerdik
Sürünene, uçana
O asma fenerin aydınlığı olmasa

Vakta ki o yaratık
Dikeldi iki ayağı üstüne
O asma feneri emdi
Düşünmeyi öğrendi
"Ben insanım" dedi
Renk renk açtı
Kimi 'kara'ya belendi
Kimi ak'a, sarıya
Renkleri saydı bir bir
Renkleri o asma fenerden aldı
Düşündü durdu
Bunlar olur muydu hiç
O asma fenerin sıcağı olmasa

Yıllarca, çağlarca düşündü
Adını koydu yıldızın, Ay'ın
Bu sıcağı
Işığı yayanın
                                            

Adını koydu
Bulutun, ovanın
Denizin, dağın
Karanlığın, aydınlığın
Adını koydu

Sonra bölündü insanoğlu
Kırılan bir cam bardağın
Parçaları gibi dağıldı
Kimi derviş oldu
Kimi peygamber
Ellerde asa
Bir yanda paşa
Bir yanda er
Düşündü herkes
En güzel yol aydınlık
Ardından eklediler hemen
En kötü olgu
Düşüncede oluşan karanlık

Sıvadılar kolları tek tek
Çektiler kılıçları
Üstüne üstüne karanlığın
Dil, din, mezhep
Cinsiyet, renk ayrımı gözetmediler
Bir Galile, bir Arşimet
Bir Edison, bir Gandi
Aydınlığına durdular insanlığın

Değişti insanın beyni
Gelişti ışığı alınca
Bir Gutenberg
Bir Toriçelli
Işık kaynağı oldular
Çağlar boyunca

Ve de bir büyük ışık
Bir güzel Pir
Bir dolu bilge
Bir ulu adam
Güvercini 'barış simgesi' yapan
Duruşu yoksul yanı
Eşitlikçi/paylaşımcı
Kadını "ana/bacı" bilen
Sözcük duvarını Türkçe ören
Adaletin mimarı
Onu böyle tanır
                                                                                             

Her atan yürek
Her düşünen baş
Onun adı
Hacı Bektaş

Çağlar önce
Karanlığı silen
Düşünce üreten
Işık kaynağı olanlara
Selam gönderen
"Ne mutlu onlara" diyen
Işıktan bir adam

Yönüm sana doğru
Yolum senin yolun
Asıl ne mutlu sana
Gönlü yüce
Dili yüce
Yolu yüce

Büyük adam...