dumansızlar
SESLİ EDEBİYAT DERGİSİ
GÜLSEREN ENGİN
www.gulserenengin.com
[email protected]
ÖZGEÇMİŞ
TIP ÖZGEÇMİŞİ
DR. GÜLSEREN ÜNSÜN (ENGİN) 1946 yılında İstanbul'da doğdu. Hacettepe Tıp Fakültesi ve Atatürk Üniversitesi Tıp Fakültesi'nde okuyup 1971 yılında hekim oldu. Trabzon ve Güdül/Ankara da hükümet doktoru olarak çalıştıktan sonra 1974 yılında Hacettepe Tıp Fakültesi Patoloji bölümüne asistan olarak girdi. 1978 de Patoloji uzmanı oldu. Adana/ Çukurova Tıp Fakültesi, İzmir/Göğüs Hastalıkları hastanesi ve SSK Tepecik Hastanesi'nde başasistan olarak görev yaptıktan sonra 1984 yılında sınav kazanarak İstanbul/ Şişli Etfal Hastanesi'nde Patoloji Şef yardımcısı,1985 yılında yine sınav kazanarak İstanbul/ SSK Okmeydanı Hastanesi'nde Patoloji Şefi oldu. 1988 yılında Almanya'da Heidelberg Krebs Informationsdienst'te çalıştı.1989-90 arası Hamburg'ta Uni-Klinik Eppendorf'ta Oral Patoloji bölümünde kanser üzerine çeşitli araştırmalar yaptı. 1990-91 arası İstanbul Üniversitesi Onkoloji Enstitüsü'nde, 1992-94 arası İstanbul Üniversitesi Bizim Lösemili Çocuklar Vakfı'nda görev yaptı. 1994 de Taksim Hastanesi Patoloji şefi oldu. 1995-98 arası Türkiye'de ilk kez KANSER BİLGİ DANIŞMA MERKEZİ'ni kurdu ve yönetti. 1999 da emekli oldu ama sağlık konusunda kitaplar yazmayı sürdürdü. İşyeri Hekimliği sertifikası aldı.
Kitapları:
- Kadını Tanımak 1996.............................İnkılap Kitabevi Yayınları
- Şeker Hastaları (Diabet) için Yemek Kitabı 1998-2005........"........
- Zayıflamak İsteyenler için Yemek Kitabı 2000-2006..........."...........
- Kanser ve Beslenme2003-2005.....................".........
EDEBİYAT ÖZGEÇMİŞİ
İlk öyküsü 1965 yılında yayımlanan Gülseren Engin'in roman ve öykü kitapları dışında, tiyatro oyunları, çeşitli dergi ve gazetelerde yayımlanmış pek çok anı, gezi notları, makale, deneme ve şiirleri vardır.
Ödülleri:
1993..... Ömer Seyfettin Öykü ikincilik ödülü
1994 .... Ömer Seyfettin Öykü özel ödülü
1998......Yunus Nadi Öykü Ödülü
2001 ......Orhan Kemal Öykü Birincilik Ödülü
RESİM ÖZGEÇMİŞİ
Gülseren Engin resim eğitimini Adnan Turani, Mehmet Güleryüz, Yusuf Taktak , Hüseyin Parıltan ve Mustafa Hazar gibi değerli hocaların atölyelerinde aldı. Yağlıboya ve suluboya çalışan sanatçı günümüze dek resimde çeşitli arayışlar içinde değişik türde çalışmalar verdi. Doğa ve insan ilişkisi kadar insanlar arası iletişim bozuklukları ya da insanın yaşama direnişi gibi bireysel konular yanı sıra kadına yönelik şiddet,töre cinayetleri, savaşlar ve göçler gibi ulusal ve evrensel konuları işleyen sanatçının eserlerinde zengin renk anlayışı göze çarpmaktadır.
KATILDIĞI KARMA SERGİLER
1978 Karma Resim Sergisi Devlet Güzel Sanatlar Galerisi ANKARA
1980 Karma Resim Sergisi Devlet Güzel Sanatlar Galerisi ANKARA
1985 Karma Resim Sergisi BİLSAK İSTANBUL
1994 Karma Resim Sergisi Sandoz Sanat Galerisi İSTANBUL
1997 Karma Resim Sergisi Basın Müzesi İSTANBUL
1998 Karma Resim Sergisi Basın Müzesi İSTANBUL
1998 Karma Resim Sergisi Uludağ Üniversitesi BUTTİM BURSA
1999 Karma Resim Sergisi Basın Müzesi İSTANBUL
2003 Uluslararası Karma R.S. Göynük İlköğretim Okulu Kemer/ANTALYA
2005 Uluslararası Karma R.S Çekirdek Sanat Atölyesi İSTANBUL
YAPITLARI
kitapları:
![]()
1989.........YORGUN KONAK (Öykü).....................Ekol Yayıncılık
1992 .........SEVGİNİN MASALI (Masal)..................Demet Yayıncılık
1994......... KAÇIŞ DÜŞLERİ (Öykü).......................Demet Yayıncılık
2000 .........KAÇIŞ DÜŞLERİ (2. Baskı)....................Gerçek Sanat Yay.
2000 ........ GEZİ İZLERİ (Gezi- Anı )...................... Gerçek Sanat Yay.
2001 ........CEHENNEMDE BİR ADA (Roman) (1-2. Baskı)Remzi Kitabevi
2006 ........CEHENNEMDE BİR ADA (Roman)(3. baskı)Remzi Kitabevi
2002 ........GEÇ KALAN ÖYKÜLER (Öykü)............ Remzi Kitabevi
2003 ........KURUTULMUŞ ÇİÇEK BAHÇESİ(Öykü).. Remzi Kitabevi2004.........YORGUN VE YARALI (Roman)(1-2. Baskı) .. Remzi Kitabevi
KİŞİSEL SERGİLER
1994 Kişisel Resim Sergisi The Marmara Sergi Salonu İSTANBUL
1995 Kişisel Resim Sergisi Varol sanat Galerisi İSTANBUL
1996 Kişisel Resim Sergisi Basın Müzesi İSTANBUL
1998 Kişisel Resim Sergisi Basın Müzesi İSTANBUL
2005 Kişisel Resim Sergisi Atatürk Kültür Mer. Narlıdere /İZMİR
BİR ÇALIŞMASI
SESSİZLİĞE DAYANMAK ZOR
Yatağın içinde döndü. Kolu yanındaki boş yerde bir an durdu; sonra eliyle yatağı yokladı. Yanı boştu. Daha gözünü açmadan seslendi.
" Nebahat ! "
Kimse yanıtlamadı onu. Gözünü açtı. Yanındaki boş yere anlamsız gözlerle baktı. Telaşla yerinden doğrulup odaya gözattı. Koyu renkli perdeler kapalıydı. Aradan sızan gri renkli ışık demetleri daha pencereyi açmadan kapalı bir günün haberini veriyordu. Odada kendi yattığı iki kişilik büyük karyoladan başka eski tip bir konsol ve kadife bir koltuk vardı. Üzerinde akşam çıkarıp attığı elbiseleri duruyordu. Karanlık odada yalnızdı. Yatakta, yanındaki boş yere yeniden baktı. Yastık, üzerine yatılmadığını anlatırcasına düzgün ve kabarıktı. Yatağın o yanındaki çarşaf da kırışıksızdı. Orada hiç kimse yatmamıştı çoktan beri. " Ne kadar oldu ?" diye düşündü. Sonra ayları saymaktan vazgeçip " Henüz bir yıl olmadı" diye mırıldandı. Oysa sanki uzun yıllar geçmiş gibiydi. Onsuz her günün ne denli uzun olduğunu bir o bir de Allah biliyordu. " Kalkıp çayı koyayım" diye söylendi. Yatakta oturup terliklerini giydi. Tam ayağa kalkacaktı ki onu gördü.
"Hırkanı giy. Üşüyeceksin" diyordu.
Kadife koltukta oturuyordu. Üzerinde pamuklu bir gecelik vardı. Kalın el örgüsü şalına sarınmıştı ; ama ayakları çıplaktı.
Yatağın ucundaki hırkayı giyerken:
" Sen de terliklerini giymemişsin ama..." diye söylendi; sonra kalkıp karısının terliklerini getirip giydirdi. Karısının ayakları buz gibiydi. Buz gibi ve kaskatı. Onu yatakta yatıyorken gördü. Aynı böyleydi eli ayağı. O, yanı başında oturmuş, öldüğüne inanamadan sesleniyordu karısına:
" Nebahat ! Nebahat!" Bir yandan da karısının soğumuş ellerini oğuşturuyor, ısıtmaya çalışıyordu; ama ısınmıyorlardı bir türlü. Giderek daha soğuk ve daha serttiler. Oysa o, karısının ellerini oğuşturmaya devam ediyordu. Sanki böylece ısınabilirlermiş gibi... Sanki böylece ona can verebilirmiş gibi... Uyur gibiydi Nebahat. Gözlerini sıkıca yummuş, hafiften gülümser gibiydi. Öldüğü için mutlu muydu acaba? Kimbilir ? Belki de öyleydi. Onca sancıdan sonra... Karısının solgun yüzüne bakıyor, bakıyor; ama bir türlü inanamıyordu öldüğüne...
Gidip perdeleri açtı. Önce koyu renkli ,kalın olanları; sonra tülleri... Dışarda yağmur yağıyordu. Pencereyi açtı. Odaya buz gibi, is kokulu bir hava doldu. Aldırmadı.
" İsli de olsa temiz hava iyidi" diye mırıldandı.
Yatak da, koltuk da boştu. Karısının ölümünden sonra her yerde onu görür olmuştu. Bir süre sonra alışmıştı buna. Nebahat'la öyle uzun bir süre birlikte yaşamışlardı ki... Anılar bir türlü peşini bırakmıyordu. O da anılarla yaşamaktan hoşlanıyordu aslında.
Mutfağa gidip çaydanlığa su ekledi. Önceki günden kalma çayı döküp demliğe taze çay koydu. Buzdolabından kahvaltılık zeytin, peynir çıkardı, mutfaktaki küçük masanın üzerine koydu. Bir sigara yakmak için sabırsızlanıyordu.
" Aç karnına sigara içme" ...
Nebahat mutfak masasında oturuyordu. Üzerinde sabahlığı, ayağında terlıkleri vardı. " Hem beni öksürtüyor"...
Çayı demlerken "Seni artık hiç bir şey öksürtemez" diye mırıldandı. Sigara paketinden bir tane alıp dudaklarının arasına yerleştirdi. Tam yakacakti ki gözü yeniden Nebahat'e ilişti. Yalvaran gözlerle bakıyordu. Sigarayı yakmaktan vazgeçip plastik su şişesini aldı. Musluktan şişeye su doldurup salona geçti. Önce perdeleri açtı sonra da çiçekleri suladı. Mutfağa döndüğünde karısı hala masada oturuyor ve gülümsüyordu.
" Merak etme çiçeklerini gün aşırı suluyorum" dedi.
" Arada bir de diplerini kabartıver olur mu?"
" Olur"
Çayını koyup masaya oturdu;ama karşısındaki iskemle boştu artık. İştahı kaçtı. Yalnız başına yemek yemekten hoşlanmıyordu. Aslında yalnız başına hiçbir şeyden hoşlanmıyordu. Ne yürüyüş yapmaktan, ne televizyon seyretmekten, ne de uyumaktan... Uykusunda karısının öldüğünü unutuyor, yanıbaşındaki boşlukta onun bedenini arıyor, beline sarılmak, kalçalarını okşamak, bacağını onun bacağının üstüne atmak istiyor; ama soğuk çarşaflardan başka bir şey bulamıyordu. O zaman uyanıp kalkıyor, uykusuz gözlerle karanlığı seyrediyordu. Çoğu kez iyiden iyiye uykusu kaçıyor, o da yataktan kalkıp salona geçiyor ve televizyon seyrediyordu. Sabaha karşı yeniden uyku bastırdığında ayaklarını sürüye sürüye yatağına gidip koyu, yapışkan ama düşsüz bir uykuya dalıyordu.
Bir iki lokma yedikten sonra sigarasını yaktı. Derin bir nefes çekip ciğerlerini sigaranın ağulu dumanıyla doldurdu. Bir an başı döndü ; sonra tatlı bir gevşeklik hissetti. Günün en sevdiği anı bu andı işte. Bir nefes daha çekip bu duyguyu pekiştirdikten sonra kalkıp kendine bir çay daha koydu. Birden telaşlandı
" İlaçlarım..."
Çekmeceden ilaç torbasını çıkarttı. İçinden değişik büyüklükte ilaç kutuları ve değişik renklerde haplar çıkardı. Hepsini masanın üzerinde sıraya dizdi; sonra sırayla yuttu. Karısının ölümünden sonra ilaç sayısı da artmıştı.
Arkasına dayanıp çayını yudumlarken günü nasıl geçireceğini düşündü. İşte en zor ve en acı veren de bu andı. Çünkü ne yapabileceğini bilemiyordu. Yaşamı öylesine boş ve öylesine anlamsızdı ki... " Nebahat olsa mutlaka bir iş bulurdu kendine. Evi temizler, çamaşır yıkar ya da ütü yapardı. Hiç boş durmazdı o." diye düşündü.
Karısı yine karşısında oturuyordu. Elindeki tığ ve beyaz iplikle dantel örüyordu. Kafasını kaldırmadan, gözünü tığdan ayırmadan konuştu:
" Sen de bir iş bulmalısın kendine. Bütün gün salondaki koltukta yatıyor, ya gazete okuyor, ya da televizyon seyrediyorsun. Biraz hareket etmelisin. Dışarı çık, dolaş biraz. Arkadaşlarına git. Açılırsın."
Oysa o, açılmak filan istemiyordu. Kime gitse ilk sözü " Başın sağolsun" oluyordu. Ona acıyan gözlerle bakıyorlar, " Yalnızlığa alıştın mı?" diye soruyorlardı. Onun yalnızlığa alışmaya da niyeti yoktu. Yürüyüş yapmak ta istemiyordu. Hem bu kışta kıyamette , bu nemli soğukta yürüyecekti de ne olacaktı sanki? Ya romatizmaları azacaktı ya da grip olacaktı.
"Bunca yıl alıştırdın beni kendine. Şimdi böyle çekip gitmek oldu mu ya ?" diye seslendi karısına.
O hala dantel örüyordu. Yine kocasına bakmadan yanıtladı.
" Buna da alışırsın"
Hırsla yerinden doğruldu. Kimse anlamıyordu onu. Karısı bile. O, bu yaşantısına alışmak , böyle yapayalnız, böyle ot gibi yaşamak istemiyordu. Kahvaltı bulaşıklarını o hızla yıkayıp salona geçti. Televizyonu açtı. Boş eve sesler doluştu. Gidip sokak kapısını açtı. Kapının tokmağına asılı naylon torbadan gazete ile ekmeği çıkardı. Torbayı katlayıp mutfakta bir çekmeceye yerleştirdi. Akşama yine kapıya asacak, içine ekmekle gazetenin parasını bırakacaktı.
Yeniden çay doldurdu kendine; sonra salona geçip televizyonun karşısına oturdu. O sırada ekranda aerobik yapan kızlar görünüyordu. Kızlar yere yatmış, müziğin ritmine uyarak bacaklarını iki yana açıp kapatıyorlardı. Seyretmekten vazgeçti. Gazetesini açıp okumaya başladı.
Bir saat sonra gazeteyi ilanlarına dek okumuştu. Bulmacayı çözmüş, yıldız falına bakmıştı. Televizyona baktı. Yine bayıltıcı bir dizi vardı. Başka kanalları gezindi. Çizgi film, tabak çanak dağıtılan yarışma programı, pop on listesine girenler, timsahlarla ilgili bir belgesel... Gönlüne göre bir şey bulamadı.
Mutfağa gidip buzdolabını açtı. Boşalmıştı.
"Alışveriş yapmalıyım" diye mırıldandı. Nebahat öldüğünden beri kendi kendine mırıldanmayı alışkanlık edinmişti. " Öğlene de yemek yok" .
Gidip pijamasının üstüne pantolonunu giydi .Nebahat oda kapısında duruyor, yüzünü buruşturarak ona bakıyordu.
" Tamam, tamam çıkarıyorum işte" diye söylenerek önce pantolonu; sonra da pijamayı çıkarttı. Pantolonu yeniden giydi. Pijamanın üstüne pantolon giyilmesinden hiç hoşlanmazdı karısı.
" Sen de bana ne çok karışıyorsun? Sağlığında karıştığın yetmezmiş gibi ..." Sözünü tamamlıyamadı. Karısı boynunu bükmüş ona bakıyordu. Gözleri dolu dolu mu olmuştu ne?
" Yani... Öyle demek istemedim" diye suçlu suçlu mırıldandı. Konsolun alt çekmecesinden çoraplarını çıkarıp geri döndüğünde karısı kaybolmuştu.
" Onu hep kırdım. Ne kaba adamım ben" diye söylendi. Atkısını boynuna doladı, paltosunu, ayakkabılarını giydi. Şapkasını da başına geçirip sokağa fırladı.
İki durak aşağıda , yeni açılan süpermarkete gitti. Buradan alışveriş etmek çok hoşuna gidiyordu. Bir kere çok büyüktü. İçinde ne istersen bulunuyordu, çividen elektrik kordonuna, iç çamaşırından balkon masasına kadar... Yiyecek ve temizlik malzemeleri de hem çeşitli hem de diğer dükkanlara göre daha ucuzdu. Üstelik çok da kalabalıktı. Raflar arasındaki geniş yolda alışveriş arabasını sürerken bu kalabalığın bir parçası olmaktan hoşlandığını düşündü. Bu marketten alışverişin hoşuna giden başka bir özelliği de istediği kadar meyve ya da sebze alabilmesiydi. Örneğin bir tek elma ya da iki havuçla yetinebilirdi. İlle de kiloyla alması gerekmiyordu.
Alışveriş yaptığı sürece Nebahat hiç karşısına çıkmadı. Zaten kalabalık yerlerde görmüyordu onu. Sadece yalnız kaldığında ... En çok da evde... Zaten evin içindeki her şey onu anımsatıyordu. Ya da onunla ilgili anıları.... Dile kolay kırksekiz yıl...
Alışverişten sonra marketin yanındaki Hamburgerci'ye girdi. Öğle olmuştu zaten. Bir peynirli Hamburger, bir külah patates kızartması ve portakal suyu. Hayır o kola sevmezdi. Ayran, ya da meyve suyu. Aslında en sevdiği içecek limonataydı;ama artık pek satılmıyordu.
" Eski limonatalar nerde..." Artık hiçbirşey eskisi gibi değildi ki. Karısı limon kabuğunu rendeler, onları şekerle ve bir kaç nane yaprağıyla ovar; sonra tülbentten geçirirdi. Şöyle az az üzerine su dökerek... Sürahiye yesil sarı bir sıvı dolardı. Daha sonra limon suyu ekleyip karıştırır, buzdolabında beklettikten sonra soğuk soğuk sunardı. Çok becerikli bir kadındı Nebahat. Ne dolmalar, ne börekler yapardı...
Birden o kadını gördü. Tam karşı masada oturuyordu. Kendi yaşında, ya da biraz daha genç olmalıydı. Kır saçlı, şişman bir kadındı. Güzel sayılmazdı. Kendi halinde sıradan bir kadın işte. O da Hamburger yiyordu. Yalnızdı. Yoksa o da kendisi gibi yalnız mı yaşıyordu? Kimin nesiydi acaba?
Kadınla gözgöze geldiler. Masmavi, boncuk gibi gözleri vardı kadının. Ne güzel bakıyordu. Yüreğine ılık ılık birşeylerin aktığını; sonra bedenini alev alev yaktığını hissetti. Birden utandı. Karısı öleli daha bir yıl bile olmamışken...
Hamburgeri bitirip kağıdını buruşturdu. Kutuda kalan son bir kaç patates dilimini de ağzına attı. " Bu iş de bitti" diyerek masadan kalktı. Kapıdan çıkarken göz ucuyla kadına baktı. O da kendisine mi bakıyordu, ya da ona mı öyle geldi? Yüreği çarpmaya başladı.
Eve dönüşte yürümek zor geldi. Hem soğuk artmıştı hem de elindeki poşetler ağırdı. Bir otobüse bindi. Şöfere ihtiyar kartını gösterip yerine oturdu. Bu kartlar iyi olmuştu doğrusu. Otobüsler parasız, tiyatrolar ucuzdu. Bazen bir otobüse binip kentin öteki ucuna dek gidiyor, bazen da oradan bir başka otobüse binerek kent içi yolculuklarını akşama dek uzatıyordu. Otobüs kalabalık da olsa bir yer veren oluyordu mutlaka. Oturduğu yerden kalabalığı, insanları seyrediyor, bazen yanındakinden yüz bulursa sohbet etmeğe koyuluyor, zamanın nasıl geçtiğini anlamıyordu.
Bu gün işi vardı. Onun için evinin olduğu durakta indi. Çabuk adımlarla eve yürüdü. Anahtarı kilide sokup açarken içinden karısına seslenmek geldi; ama vazgeçti. Artık karısı mutfaktan çıkıp karşılayamazdı onu.
Ayakkabılarını çıkarıp terliklerini giydi. Paltosunu dolaba astı. Poşetleri alıp mutfağa götürdü. Nebahat bulaşık yıkıyordu. Üstelik gençti. Üzerinde basma, kısa kollu bir elbise vardı. Siyah , dalgalı saçlarını günün modasına uyup kısacık kestirmişti.
" Kıyma aldın mı*" diye sordu.
"Hay aksi... Görüyor musun ? Kıymayı unuttum."
" Akşama karnıyarık yapacaktım."
" İyi, gider alırım."
Poşetin içindeki portakalları,kabağı, havucu ve yoğurt kasesini çıkardı. Yumurtaları buzdolabına yerleştirdi. Kabakları soymaya başladı.
" Ne pişireceksin ? " diye sordu Nebahat.
" Kabak yemeği yapacağım. Hani sen pişirirdin ya; naneli..."
" İyi ama o kıymasız olmaz ki."
" Olsun varsın. Doğrusu yeniden çarşıya gidemem".
" Sen hiç yemek pişirmezdin. Hem bilmezsin ki pişirmeyi..."
" Gör bak nasıl pişiririm. Siz kadınlar da yemek pişirmenin size özel bir yetenek olduğunu sanırsınız. Oysa bütün aşçılar erkektir "
Nebahat güldü.
" Bana kalırsa kadınlara ahçılık yaptırmadıklarındandır..."
Ne güzel gülüyordu Nebahat. Zaten gülüşüne vurulmamış mıydı?
Okul çıkışıydı. Nebahat kapıda arkadaşlarıyla gülüşüp konuşuyordu. Kendisi karşı kaldırımda , bir ağacın dibinde durmuş , onu seyrediyordu. Ne güzel gülüşü vardı. Gülerken gözlerinin içi gülerdi sanki. O iri siyah gözler kısılır, incelir, sadece bir kirpik çizgisine dönerdi.Yanakları al al olurdu gülerken. İşte orada, okul kapısında durmuş bakışıyorlardı. Kendisi de genç bir delikanlıydı. Başındaki kasketi çıkarıp dalgalı kumral saçlarını parmaklarıyla taradı, düzeltti; sonra karşı kaldırıma geçip Nebahat'ın yanına geldi. Nebahat artık gülmüyordu; şaşırmıştı.
" Birlikte yürüyelim mi?" Nebahat'ın gözlerinde ışık ışık gülücükler belirmişti.
" Olur, yürüyelim." Birlikte okulun ilersindeki parka yürüdüler. Park, tepedeydi. Aşağıda, tepenin eteklerini çevreleyen kent uzanıyordu. Kentin bitiminde bağlar, meyve ve sebze bahçeleri yani yeşillik başlıyordu. Göz alabildiğine uzanan yeşillik. İlerde ince bir şerit gibi görünen mavi dağlara dek uzanan yeşillik...
"Sanki bir deniz gibi" diye mırıldandı Nebahat. Sürekli aşağıda uzanan yeşilliğe bakıyor, hiç yüzüne bakmıyordu. Oysa onun gözleri Nebahat'in güzel yüzünden başka birşey görmüyordu; sonra garson geldi yanlarına. İki sütlaç istediler.
" Hayır su muhallebisiydi" dedi Karısı. Yine mutfak masasına oturmuştu. Saçları beyazlanmıştı. Üzerinde, evde giydiği o pazen sabahlıktan vardı.
" Peki öyle olsun." diye mırıldandı. Yıllar yılı bunu tartışıp durmuşlardı. Karısı su muhallebisiydi diye inat ederdi hep. Oysa o, ne yediğini bilmez miydi? Nebahat bazan çok uzatır, işi onu sevmediğine dek vardırırdı. Ne saçma... İlk buluşmalarında yedikleri tatlı niye yıllar yılı tartışma konusu olmuştu ki? Zaten çoğu tartışmaları da böyle sudan nedenlerle değil miydi?
" Şimdi kimseyle tartışamıyorum" diye yakındı. " Kiminle tartışacağım ki? Kızımız başka bir kente gelin gitti biliyorsun. Oğlumuz ise çok çalışıyor. Kırk yılın başı ya telefon ediyor ya da kapıdan uğrayıp ayak üstü hatır soruyor. O kadar az ki zamanı, tartışacak vakti yok.Ne dersem'Haklısın baba. Bunu sonra görüşürüz '. gibi şeyler söyleyip gidiveriyor. Şöyle ağız tadıyla tartışmaya bile hasret kaldım."
Yemeğin pişip pişmediğine baktı. Olmuştu galiba. Ocağı kapatıp yine salona geçti. Televizyonu açıp kanallar arasında gezinmeye başladı. Beğenmedi. Masaya geçip iskambil kağıtlarını aldı ve fal açmaya koyuldu. Zamanının çoğunu fal açarak geçiriyordu zaten. Televizyondan sıkılıyordu. O, ses olarak evde kalabalık yapıyordu sadece.Yoksa oturup doğru dürüst seyrettiği filan yoktu. Eskisi gibi okuyamıyordu. Gözlerinde katarakt başlamıştı ve gözlük de taksa bulanık görüyordu artık. Fal açmaktan başka yapacak bir şey de kalmıyordu geriye...
O kadını düşünmemeğe çalışıyor; ama başaramıyordu. Ne güzel gözleri vardı. Ne hoş bakıyordu. Yeniden heyecanlandı. Bir yandan da suçluluk duyuyordu.
Masanın diğer yanında Nebahat belirdi. Karısı , ona bakıyordu dik dik.
"Biliyorum , o kadına baktığım için kızıyorsun; ama baktım işte ne yapayım? Hem tam karşımda oturuyordu. Ne var baktıysam ?"
Karısı hiç sesini çıkarmadan dik dik bakmayı sürdürüyordu.
"Tamam, tamam suçluyum. Evet, ondan hoşlandım. Elimde değil ne yapayım? Hem sen de ' yalnız yapamazsın' demez miydin hep? Doğru, yalnız yapamıyorum. Evin içindeki bu sessizliğe dayanamıyorum. Suç mu bu ? Kızma bana. Ne yapayım, beni buralarda bırakıp gitmeseydin. Bak, sana peşin peşin söylüyorum. Sonradan darılıp gücenmece yok. Bir yıl dolsun evleneceğim."
Nebahat hala sessizce bakıyordu. Gözlerinde hüzün mü vardı yoksa ona mı öyle geldi.Mart 1998