Skip to: Site menu | Main content

MUSTAFA GÖKÇEK

Kişisel Sitesi: www.mustafagokcek.com
e-posta ;    [email protected]

İletişim;
4/4 Sokak, No: 6,  K. 3      Çınar Apartmanı /   Mithat Paşa Caddesi  
35290      Üçkuyular/İZMİR
Telefonlar; 0232 - 370 21 01  (ev)  / 0 537 405 30 42 (cep)

ÖZGEÇMİŞ

              02.10.1953 yılında Gaziantep ilinde dünyaya geldi. İlkokulun üçüncü sınıfına kadar, bu ilde bulunan bir ilkokulda okumaya çalıştı. Dokuz yaşına kadar bu ilde yaşadı. Yaşamının geri kalanına müdahale eden ailemsiyle ilkokulun dördüncü sınıfından itibaren  İzmir iline yerleşip, bu ilde yaşamımı, sürdürdü. Ortaokulu ve lise öğrenimimi İzmir'de tamamladıktan sonra, Yüksekokul öğrenimimi Ankara'da, DTCF 'de   tamamladı.

              1980 yılında yazmış olduğu "Denemeler (2 Baskı)" adlı kitapla edebiyat dünyasına adımımı attı. Yazılarına vermiş olduğum aralar esnasında, düşüncelerinin ve geçmişlerinin hesabını yapanlar nedeniyle bir müddet siyasi çalkantılara maruz kaldı. Bu nedenle uzunca bir süre ara vermiş olduğum yazılarına, 1987 yılında " Dışarda Mevsim Baharmış (3 Baskı)" isimli bir romanıyla devam etti. Daha sonra, 1994 yılında, Sedat Simavi Edebiyat Ödülleri yarışmasına katıldı. Bu yarışmadan almış olduğu (öykü dalında üçüncülük) ödülünden sonra, " Gölgem Suya Düştü" adlı öykü kitabını yayımladı.

              1995 yılında, kendi adına (MGT - Mustafa Gökçek Tiyatrosu), ama üniversiteli öğrencilerden oluşan bir tiyatro grubunu kurdu.

              13-15 'li yaşlarının merakı olan şiir, onda dönülemeyen bir tutku haline geldi.
 "lk (Şiir)" olarak adını verdiğim bir şiir kitabını yayımladı. Daha sonra " Son çırpınışlar (Roman- Gençlik)(2 Baskı)", "Dağlarımdan Akar Kızıl Şafaklar (Şiir)(2 Baskı)", ve "Dışarda Mevsim Baharmış (Roman)(3 Baskı)", "Yaşamın Sancısı (Şiir)", "Yalnız Ağaçlar (Şiir)"  ve " Özgür Bir Çağrı (1.Cilt-Roman)(2 Baskı)", "Seni Duyamıyorum (Tiyatro oyunu/2 Perde-5 Sahne // E.Ü. İletişim Fak. Özel Ödülü)", "Çağım Kuşatmada - Madımak Yanıyor (Şiir)", "Amber, Efkâr, Hasret... (Şiir)(2 Baskı)",  isimleri ile yayımlanan kitaplarımdan başka, basıma hazır (kitap halinde) dosyaları bulunmaktadır. Bunların yanı sıra iki de radyo oyunu yazdı.

 

Tiyatrosunu kurduğu yıllarda, salt yönetmenliğinin yanı sıra, birçok oyunu yazıp, yönetti... Bazı Plaketler ve ödüller aldı. PEN (Yazarlar Birliği, TYS (Türkiye Yazarlar Sendikası), Edebiyatçılar Derneği, vb. Üyesi. Ayrıca, Attilâ İlhan Kültür Merkezi Sanat Danışmanlığı, Fine Faces Org. Ajansta Cast oluşturma, Oyunculuk Çalışmaları ve Tiyatro Eğitmenliği görevlerini yürütmekte... Bu uğraşlarımın yanı sıra TÜRKGEB Vakfı (Türkiye Genç Edebiyatçılar Birliği) kurusucusu, Gama Basın-Yayın adına yayın koordinatörü ve editörü olarak görevlerde bulunmakta.

 

ÖRNEKLER

PAPATYA

          Hani uslarda bir tango vardır; "Papatya gibisin beyaz ve
ince..." . Bu tangonun sözlerinde olduğu gibi, bunu, hani bazı nazenin
kızlar için söylerler... Oysa ben, gerçek papatyadan söz etmek istiyorum.

Geçenlerde, ışıltılı ve güzel bir günde yorgun bedenim, gayet
yavaş ve ağır adımlarla, yolumun üzerinde bulunan bir parktan geçiyordu. O
an için, yorgunluktanımdır bilemediğim bir tür duygu yoğunluğuyla,
ayaklarım, sızlandığını hissettirerek, orada bulunan banklardan birine
oturmamın gerekliliğinden yakındı, sanki... Bende, eve gitme vaktimin
ol-duğunu düşünerek, henüz erken olan zamanımı, bu bank üzerinde ve bu güzel
yeşilliğin içinde biraz olsun, rahat bir nefes alırcasına, geçirmek
is-tedim. Ve güzelce, biraz da serin bir yer bulup, oturdum. Parkta, öyle
çok insanlar, hani kalabalık denilecek kadar yoktu. Birkaç kişi, birileri ve
adeta sessizlik hakimdi, bu güzelim yeşilliğin sırlı dünyasında...

İşte, böylesi bir yaz sabahında, yeşilin, güzel çiçeklerle
buluştuğu, adeta bir renk cümbüşü olan doğanın burada ki keşfimde, ki ancak
park-larda böylesi güzellikler yaşanılıyor bilinciyle ben, oturduğum bu bank
üzerinde, düşüncelerimi bu yönde yoğunlaştırmıştım. Ve bunları usumda
düşünürken, önümde, topraktan, özgürce sıyrılmış, güzel bir papatyayı
gördüm. Fakat bu papatya, şimdiye kadar gördüklerimin aksine, gözüme o denli
güzel ve görkemli geldi ki, beni, kim bilir... nedendir ama böylesi bir
güzellik çok duygulandırdı. Boyunun ince uzun, yapraklarının zarif ve ince,
hele çiçeğinin rengi bir başkaydı sanki... Uzunca bir süre seyrettim, bu
güzel ve sanki bana bir şeyler anlatan papatyayı... Sonra, hemen yanı
başında, yine toprağı yarmışçasına ve yine özgürce, adeta topraktan
fışkırırcasına çıkan diğer bir papatyayı fark ettim. Bana, o an için, kim
bilir belki de yanında olduğu için, sanki annesi gibi geldi. Sanki, o küçük
ve güzel olan papatya, diğer papatyanın küçük bir çocuğuydu. Belki de
bebeğiydi. Ve bir an için bu papatyalar, bana, insanların aile ortamlarını
anımsattı nedense...

Sıcaklık, artık iyiden iyiye kendini hissettirmeye başladı.
Ortalık, adeta sıcaklıktan dolayı kavruluyordu. İşte o zaman bu güzelim
park, bu güzelim esinti daha çok aranıyordu... Bu sıcaklık karşısında, sanki
insan teni kavruluyordu. Toprağın kurumuş olması ve orada bulunan çiçeklerin
susuz kalabilmiş olmalarını düşleyerek, hemen oturduğum banktan kalk-tım ve
oralarda bulunan, parkı sulamak için bulundurulan bir su vanasın-dan, pet
şişeme, alabildiği kadar su doldurdum. Doldurduğum bu suyu, az olacağını
bilsem de, elimden geldiğince, bu iki papatyaya taşıdım. İçimde, bir şeyler
yapabilmişliğin verdiği büyük bir huzur vardı. Bir an için bile olsa,
rahatlamıştım sanki...

Suyu bedenlerine iyice sindiren papatyalar, sanki, sıcaklığın
verdiği rehavet ve tedirginlikten uzaklaşıvermişlerdi. Kim bilir, belki de
bana öyle geldi... Ve bu güzel papatyalar, daha bir güzellikte oldular. Ve
sanki, yüzüme bakıp, bakıp bana teşekkür ediyorlardı... Sonra, oturduğum bu
bankta yine düşüncelerimle baş başa kaldım. Ve dedim ki, insan için şu doğa
nasıl gerekliyse, canlı için de su o denli gerekli diye...

Ve düşüncelerimin yoğunluğunda, kendimce konuşurken, papat-yaya
; "Sen, papatya...hani yüzyıllardır, insanlığın hemen hepsine ve her
istediği zamanlarda, istek ve hizmetindesin. Bazen duvak olur, gelin başı
süslersin. Bazen ise maalesef, yerinden koparılıp, fal olursun genç
sevgililere, güzel yapraklarını saydırırcasına... ama bazen de hünerli
eller-de, bilime yardımcı olur şifa dağıtırsın, tüm insanlara, hastalara,
hastalık-lara güzel papatya...

Bir ara düşüncelerimden sıyrıldım. İleride, salıncaklara binmiş,
annelerinin yanında ve huzur içinde sallanan, oyun oynayan çocukları gördüm.
Parkın biraz ilerisinde bulunan boş bir araziyi kendilerine, oyun alanları
da pek olmayan çocuklarımız, kendilerince icat ettikleri bu arsayı, caddeye
yakınlığına pek umursamadan top oynuyorlardı.

Bu garip ikilem beni bir hayli düşündürdüğü gibi, çocukların
ba-ğırmaları karşısında, zaten az olan şehir gürültüsü, bu seslerle iyice
artı-yordu.

Ve ben, böyle düşlerken, ileride, kendilerince top sahası ilan
ettik-leri arsada oynayan çocukların topu, fırlayarak parka girdi. Top,
hızla benim yanımdan geçerken, az önce seyrettiğim, duygularımın
yoğunluğu-nu bir an için arttıran bu iki güzel papatyanın, güzelliğini
sergileyen o güzel boynu, o görkemli güzelliğini taşıyan o ince, narin
boynu, kendileri-ne bir oyun sahası bile bulamayan, oyun çağının o güzel
çocuklarının, sa-halarından fırlayan topla kırılmış oldu... Ben bu duruma
kendimce üzülür-ken, diğer ve genç olan papatyanın yerinde olduğunu, sağlam
olduğunu gözlemledim. Ve benim için bir teselli oldu.

Parkta oynayan, annelerinin ilgisi üzerlerinden eksik olmayan o
çocuklar, elbette annelerine düşkündüler. Ve anneleri de onlara... Oysa, kim
bilir, boynu kırılan papatya, diğer papatyanın annesiydi...

Biliyorum, bu düşlerimin hayali yine bir başka ortamda yine
kuru-lacak, ama kurduğum düşler yine bozulacak ve elbette bozulan bu
düşle-rin hesabını kimse vermeyecek...

Hani kimilerimizin dediği gibi, çiçekler, hele papatyalar
maalesef hissiz değil. Onlarda birer canlılar ve onların da kendilerine göre
bir dün-yası var. Ve bizler...kim bilir bu hayalleri, bu düşünceleri daha ne
kadar saklayabileceğiz... Ve benim kurduğum imge, belki o an için dağılmıştı
ama, sanki, annesinin boynu kırılan, diğer papatya, kurduğum düşümde hâlâ
ağlıyor gibiydi... Ve sanki üzüntüsünü, annesinin boynunu kıran çocuklara
hissettirmemecesine... Ama yine de ve sessizce hüzün dolu gön-lüyle
ağlıyordu...

Mustafa GÖKÇEK

YA LÛT!..

İnsan, cim karnında bir noktadır elbette
Oysa insan, rüzgârı olmayan bir yelkenli
Hani bir gemi vardır, yanaşır limana
Ve o liman acımasız bir çokluktur

Kurtlar sofrasında, yılgın bir kurt
Olur mu dersin Ya Lût, bağnazlıktan uzak
Yüreğimi kanatıyor bu özlem, iflah olmaz
Bakarsın bir rüzgâr ve yelkenlim limanda

Başımı kaldırıp gökyüzüne baktığımda
Yağan yağmurla ıslanan gözlerim
Gözlerim mi ıslanıyor, yoksa ağlıyor muyum
Ne farkeder ki, bozulan yürek kanasa da

Ve unutma Ya Lût, bozulan bir kavmin ilk peygamberisin!...

13.02.2008                                     

 

 

BUGÜN YEDİ EYLÜL...              

Bıçkın bir bıçaktır göz yaşlarım

Süzülünce yanağımdan aşağılara
Dudaklarımı acıtıyor ve yakıyor
Sanki değince nemli tuzuyl

Bir kahve içiminde oturduğum
Evimin kendine has cumbasında
Göz ucuyla takılıyorum, karşımda duran
Ve muhteşemliğiyle bayrağımı dalgalandıran
İzmir'imin sırtlarında yükselen

Kadife Kalemi seyrediyorum göz ucuyla

Bir vapur gürültüsüyle dalgınlığımdan uzaklaşıyorum
Gururla yüreğim kabarıyor, çünkü bugün yedi eylül
Atatürk, Bel Kahve de oturuyor, İsmet Paşayla
Çakır, Mehmet Efenin yaptığı köpüklü kahvelerin içiminde

Seyretmişler evleri, konakları, o günlerdeki yetmiş bin ışığı
Bizler, o görkemliliği algılamaya çabalarken
Gururlanıyoruz ve diyoruz ki,
Bugün o ışıklar milyonlarca

Konak iskelesine yaklaştığımda
Usulca indiğim vapurdan sonra
Kurguladığım düşlerimde karşımda duran
Hükümet konağını gördüm gözlerimde
Ve usumda canlanan düşlerimde, Atamın
Yunan Bayrağının üzerinden geçmemesi

Hisar Camisinin yanından geçip, Kordon Boyunun seyrine düştüm
Yanımdan geçen faytonlara, anlamlı, içten bir göz ucuyla
Faytonlardaki turistlerin arkasından, öylece baktım
Ve Pasaportta bulunan kahvehanelerden birine oturdum

Düşlerim, realistçe, usumda aydınlanmaya başladığında
Ve önümden, yaşamından bile habersiz gençler,
Birbirleriyle güle söyleşe geçtiğinde
Mutluydular, ama yüzleri anlamsızdı

Benim ise bu anlamsızlığa, bu aymazlığa,
Katlanmaya, katlanabilmeye çalışan yüreğim
Maalesef, artık kanıyordu
Çünkü, bugün yedi eylüldü...

Bir millet uyanıyor Atam,
Ama, bizi bağışla, hâlâ uyanamadığımız için
Ve bizi bağışla, senin, askerlerinin ve gazilerinin
Köylü, Mehmet emminin verdiği çoraplarla koştururken
Dokuz Eylüllere koşturamadığımız için...

07.09.2006   

 

ORADA, BİR ANA AĞLIYOR...

Uzaklara, çok uzaklara baktığımda
Oralardan, bir yerlerden insanları görüyorum
Yolu, yolda giden araçları ve denizi
Ve düşünüyorum uçsuz, bucaksız dalgınlığımla

Memo, hasret kardeşine, anasına
Orada, o yerde, o ana ağlıyor
O baba ağlıyor, o kardeş ağlıyor
Ama ama Haso ağlamıyor

Memo, kardeşinin yerine koymuş Hasoyu
Haso, kalbinin dışına, kardeşi saymadığı Memoyu
Ve baktığım yolda, hain, rezilce bir pusuda
Anasının bile ağlamadığı Haso avlamış, Pusatsız Memoyu

Ben ise uzaklara, çok uzaklara
Gözlerimi düşürdüğüm denizin maviliğine
Baktığımda gözlerim, kızıla dönüştüğünde
Yüreğimde oluşan sızı, sanki kızıl deniz

O ana ağlıyor, Memosuna ve Hasosuna
Oralarda, bir yerlerden bir şeylerle
Uğurlarken şehidini gözlerinde birikenlerle
Ve ağlayacak, ağlayacak durmaksızın, hem Hasosuna, hem Memosuna...

13.06.2007   

 

KOCA BİR ÇINARIN YAPRAKLARI

Sonbahar geldi yine
Ben sonbahar geldiğinde nedense mutlu olurum
İnsana yakışan insanca bir onuru yakalamak için
Ve yaz aylarından kalma bu ağrıyı babamdan bilirim

Artık sonbaharlarda mutlu olamayacağım
Babamın ağrısı dururken yüreğimde
Ve ağaçlar hazırlanırken sonbahara
Yapraklarıyla dallarını örten bir ağaç gibi seni öyle göremeyeceğim

Karşıyaka vapur iskelesinde bekliyorum
Suları yararak gelen vapura bindim, coşkulu ve yirmili yaşlarımda
Vapurun üst katına çıktığımda bir adam
Birkaç beyaz kağıda bir şeyler karalıyordu orta yaşlarında

Konak'a geldi ve vapur iskelesine yanaştı Attilâ İlhan vapuru
Ve geldiğini, iskeleye yanaştığını, iskelede bulunan ağaçlar haber verdi
şaire
Yaprakları altın sarısı ağaçlar ayakta ve dimdik ama yaşlanmakta
Yürek kavruk, patlar mı bilinmez ama, an gelir Attilâ İlhan ölür

11.10.2005
(Bu şiire konu olan bu büyük insan önünde saygıyla eğiliyorum.)

 

YOKSUN

Hayalinle avunmaktan başka çarem kalmadı anlaşılan
Geliyorum yoksun, gidiyorum özlemimsin
Sen ne cici şeysin böyle
Sanki kanıma aktın

Vakitsiz yolumda ve gece yolculuğumda
Yine bu gece uyku sersemi olacağım
Ve uykusuzluğumun bir yerinde yüreğim acıyacak
Sabahın ışıklarında gülen gözlerini görürüm ama sen yoksun

Düşüncelerimin yoğunlaştığı bir an
Sevmek ve aşk, sanki bir anlık
Oysa sevdalanmak öyle mi tutkulu olunca
Sabahın mahmurluğunda yüzüm, hâlâ gelecek saatlere umutlu

Her geçen gün ve gece seni benden alıyor
Umutlarım tükenmedi aylar, yıllar geçse de
Nice uzaklıklar nice yakınlıkları getirir
Evet sen yoksun, ama bir gün...

29.10.05




İZ

İzmir sokaklarında ve yapayalnız
Yağmur yağıyor, pencerenin camına
Gözlerinden bu kez bal damlamıyor
Usulca yağan yağmura karışan göz yaşların

Ve ben hülyalı bakışları düşledikçe
Az sonra doğacak güneşe, eminim
Yakararak Tanrı' ya merhaba diyeceğim
Ve senin gözlerinden yine bal damlayacak

Çok kapılar açtım, çok kapılar kapattım
Hepsini unuttum, silindiler hepsi aklımdan
Ama açık kalan bir kapı kaldı
Çünkü hâlâ üzerinde izin var...

20.11.2005

 

SEVMELERİMİN YOKUŞU

Hiçbir şeyin getirisi yoktur
Alemin koşturması benim gitmemi sağlar
Yüreğimin kanayan yüzü
Kalemimden mürekkep yerine artık kan damlıyor

Sevdiğim kadınlar hep vardı
Varolmalarını sevmelerine borçluydular
Yollar ve bahaneler hep tuzak oldu
Sevmelerimin yokuşunda kalınca

Otur masaya ey şair ve kalemini eline al
Kalemin mürekkebi siyah olsa da
Damarlarımda akan kan sanki onun ismini heceler
Ve unutamadığın bir gizin sancısını hâlâ düşler
Çünkü unutmak vefasızlık unutmamak ise bir meziyettir...

16.11.05

 

KIYAMETİM!...

İlk gençlik yıllarımın bir hazzı
Ne güzel günlerdi be babam
Ah...ne güzel anlatırdın Mescid-i Aksa'yı
Anlatırdın, bütün saflığımla dinlerken seni

Sende, sende yanı başımızda olurdun be anam
Ben, tıraş olmaya dem vurmuşken
Sen, babam, düzelttiğin sakalınla ne güzel anlatırdın
Dinleyemediğim günlerde, hep gerilediğimi hissederdim


Sen bıraktın ve gittin bu dünyadan babam...
Sonra Erdal ağbim, Erdal Öz çıktı ve Kızıl Tugayları anlattı
Sonra Attilâ ağbim, Attilâ İlhan çıktı ve yaraya tuz bastı
Derken sıra geldi komünist olmaya...

Olduk olmasına ya, yirmisinden sonra
Neyse ki kırkından sonra olmadım
Çünkü aptal olmaya hiç niyetim yok be babam...
Bu yüzden, bekledim apoletlileri umarsızca!

Oysa acele etmeye gerek yok
Elbet bir gün musalla taşında misafirim,
Sonra, dört kolluya, elbet bindirirler bir gün
Nasıl olsa bir cami avlusunda dilenciyim bir gün...

Ve bir gün yağmurların ıslaklığıyla
Islanırsa dudaklarım, ağlarsa gözlerim
Gözyaşlarını silme babam,
Nasıl olsa nedenini sormaya, zamanın olacak...

Ruhum ıslanır mı bilmem ama,
Yatarken toprakta, hisseder mi ruhum
Ve gün gelir yağmur kesilir...
Artık nasıl olsa kıyametimdir!

Islanan dudakları kapanır, ruhu olmayan bedenin
Ve gün gelir, kuruyan gözleri de kapanır
Ama gün gelir, kul olur unuttuğu kapısında
Kaybolur gider bir gün, saraylı Mustafa Gökçek!...

09.04.2007         


ÇANDARLI'DA BİR ÖĞLE VAKTİ

İnsan ömrünün saydamlığıdır şu koskocaman deniz
Bir bardak dolu suyu içmiş olsan da
Susamalısın, yine de denizi gördüğünde
Ve ufkun geniş olmalı, denizleri görebilmen için

Çandarlı'da bir öğle vakti
Cuma namazı için, minarede imamın sesi
Kim bilir, nedense eski Cuma günleri
Belleğimde, yüksündüğüm yoksunlukları hatırladım birden...

Ve yine döndüm oturduğum masaya, kahveye
Canhıraş sesiyle adeta görmemi isteyen
Okuduğum gazetenin üçüncü sayfasına...
Nedendir, bilinmez, insanoğlu hep kavgadan yana

Garip bir duygudur bu
Amaçsızca, bir boşlukta düşünmek
Düşünmenin, düşünebilmenin getirisinde
Geçmişinden kalan bir öğle vaktini yaşamak...

24.08.2007   



BAHTİYARIM BU ÇANDARLI'DA

Camdan bir kuledeyim,
Sırça köşkte oturuyorum
Ve denize girdiğimde
Sanki, seni kucaklıyorum Çandarlı...

Nicenin denizini gördüm
Denizlerin yüreğimi kucaklamasını isterim
Gizemli bir el, uzanırken öteki ele
Yakamozlarla sıcaklığını hissettim bir an

Hani, Perşembe'nin gelişini hatırlatır ya,
Güzel dostları o günlerde tanıyor, yitiriyorsun
Arkadaşlık, arkadaşlık güzel de, işte...
Nedense Çarşamba günleri olamıyor

Ve üstat Nazım diyor ki;
Bu anda ne düşmek dalgalara,
Bu anda ne kavga, ne hürriyet ve ne karım
Bu anda toprak, güneş ve ben...

Ve ben de üstadın ağzından alıp, diyorum ki;
İnanın elli bin değil, yüz bin kez bahtiyarım, bahtiyarım bu Çandarlı'da....

18. 08. 2007