Skip to: Site menu | Main content

NAİL UYAR

e-posta : [email protected]  
Telefon : 0 535 218 63 96

ÖZGEÇMİŞ

 

  Nail uyar, 16 Ekim 1956 yılında Uşak'ın Eşme ilçesine bağlı Güneyköy'de doğdu. Babası askere gittikten kısa bir süre sonra dünyaya geldiği için, babası askerden terhis oluncaya dek kimliksiz yaşadı. 1959 yılının ocak ayında çıkarılan nüfus cüzdanına doğum tarihi 10 Ocak 1959 olarak yazıldı.

          Yedi yaşına kadar köyde yaşadı. Kendisi iki yaşındayken, babası 1958 yılında, Manisa'nın Salihli ilçesinde TCDD'ye kadrolu işçi olarak girdi... Daha sonra, ailesinin isteği üzerine 28 Temmuz 1963 yılında Salihli'ye göçtüler.

            İlkokulu Salihli'deki Namık Kemal İlkokulu'nda başlayıp (1965), Şehitler İlkokulu'nda bitirdi (1970). Aynı yıl, okulların yaz tatiline girmesine birkaç gün kala babasının İzmir'e tayini çıktı…

            5 Haziran 1973 yılında Ortaokulu Çiğli'de, 23 Mayıs 1977 yılında liseyi Karşıyaka'da bitirdi. Çocukluğu ve gençliği yoksulluk içinde geçen yazarın, yaptığı iş ve çalıştığı işyerlerinin sayısı yirmiden fazladır. Gençlik yıllarında bir yandan okudu, bir yandan da çeşitli (tarım, inşaat, birçok esnaf ve sanatkârların yanında çıraklık ve benzeri) işlerde çalıştı.  

            1978 yılında başladığı Buca Eğitim Fakültesi'ndeki öğrenimini, gergin ortam yüzünden tamamlayamadı. Ardından 5 Mart 1979 yılında askere alındı. 12 Eylül 1980'deki askeri darbede silah altında bulunan yazar 5 Kasım 1980'de terhis oldu.

            1980'den 1985’e kadar çeşitli iş yerlerinde yöneticilik, muhasebecilik, yerel gazetelerde müdürlük ve köşe yazarlığı yaptı.

            Yazmaya ilk olarak 1974 yılında başladı. ilk öyküsü "Helvacı" Eylül 1978 yılında   Çiğli gazetesinin sanat sayfasında yayınlandı. Bundan sonra çeşitli dergi ve gazetelerde yazıları, hikâyeleri yayınlanan yazarın; kendisi de çeşitli dergi ve gazetelere haber konusu oldu.  Ayrıca 1997-1998 yıllarında, 107.9 frekansından bölgesel yayın yapan Radyo İzmir'de Perşembe günleri saat 16.oo-18.oo arasında Olaylara Bakış programını gazeteci bir arkadaşıyla hazırlayıp, sundu.

             Üyesi olduğu kuruluşlar:

Anadolu Basın Birliği, Edebiyatçılar Derneği, İzmir Serbest Muhasebeci Mali Müşavirler Odası, Çiğli Sanayici ve İş Adamları Derneği (Fahri)

               Aldığı ödüller:

              1) "Anadolu Basını ve Yol Ayrımı"  yazısıyla Anadolu Basın Birliği Ege Şube Başkanlığı ödülü.(1995)
              2) "Olaylara Bakış"  radyo programıyla Anadolu Gazete, Radyo ve Televizyon (AGRT) Yayıncıları Birliği ödülü (1997)
              3) "Son Yürüyüş" adlı öykü kitabıyla edebiyata katkısından dolayı Çiğli Belediyesi’nce plaket (1999)
              4) Can Yoldaşı öyküsüyle La'l Kültür ve Sanat e-dergisi mansiyon ödülü (2007) aldı.  

              Eserleri:

             A) Yayınlananlar:
            1)  Son Yürüyüş (Öyküler) Mayıs 1999
            2)Yazmak Bir Sevdadır (Denemeler) Aralık 2000
            3)  Umutlar Suya Düşünce (Anılar-Acılar) Kasım 2007

            B) Yayına Hazır olanlar:
            1) Gözlerim Yoldaydı
            2) sessizliğin Çığlığı

ÖRNEK YAPITLARI

BİR İDEAL UĞRUNA

            Beklemiyordu, böyle bir şeyi hiç beklemiyordu. Sırası mıydı şimdi? Durup dururken, bu atama da neyin nesiydi?  Hem de şunun şurasında okulların açılmasına üç hafta kala... Atamayı mı düşünecekti, yoksa önündeki kış kıyamette terütaze karısıyla dört yaşındaki kızını mı? O da biliyordu, vatan toprağının her karışında görev yapmanın kutsal olduğunu; ama şimdi hazırlıklı değildi buna. Doğuya atanmasına değil, atamasının aniden ve zamansız olmasına üzülüyordu. İçini çekti.      
            Bu yaşına dek ne doğuyu, ne de şimdi atamasının yapıldığı ili görememişti.  Buralarla ilgili bildikleri nazariden öte şeyler değildi. Nasıl gidip görecekti? Balıkesir'de,  küçük topraklı, dar gelirli bir ailenin  içinde doğup büyümüştü. Dört  kardeşin  en küçüğü ve  içlerinde tek okuyandı...  Eğitim Enstitüsünü bitirdikten  sonra öğretmen olmuş, ilk ataması Aydın’ın Nazilli ilçesine yapılmıştı. Kısa süre sonra da  Nazillili  bir tüccarın  kızıyla  evlenmişti.
            Milli Eğitim Bakanlığı’ndan kendisine gönderilen mektupta, atamasının Van İl Milli Eğitim Müdürlüğü'ne yapıldığı belirtiliyordu. 
            Henüz, karısının bu atama işinden  haberi yoktu.
            Fikret öğretmenin -her ne denli belli etmek istemese de- ruhsal sıkıntısı yüzünde okunuyordu.
            O akşam, kocasını sıkıntılı gören genç kadın dayanamayıp sordu:
            -Hayrola Fikret! Moralin niye bozuk?
            Yanıt vermedi kocası.   
            Karısı  ardını  bırakmayınca, olup biteni anlattı.
            Beklenmeyen atamaya karısı da çok üzülmüştü.  
            Aklına hemen baba evi geldi. Ortaokulu yeni bitirmişti. Babası: "Kızım" demişti. " Liseyi bitirdin. Matematiğin de kuvvetli. Tezgâhta da iyi yetiştin. Para işinde insanlara pek güven olmuyor. Erkek kardeşlerin de daha küçük. Boş  ver üniversiteyi. Kazansan da arkandan gelemeyiz. Bak, işimiz gücümüz hep burada! En azından evleninceye kadar işimizin başında bulun. Sonra da erkek kardeşin yetişir..."
            Kocasına az kalsın  "istifa et!" diyecekti. Sonra,  "Olmaz!  Mesleğini çok seviyor. Başka iş yapamaz. Yapmak istemez." dedi. Düşüncesinden vazgeçti.

***

             Fikret, ertesi günü sabah erkenden kalktı. Bakanlığa gitmek için hazırlandı. Mektubu da yanına aldı. Eşi ve çocuğuyla vedalaşarak evden ayrıldı.  
            Ankara'ya hareket etti.
            Ankara'ya geldiğinde bir hayli yorgun ve uykusuzdu. Morali de bozuktu.
            Bakanlıkta tayinle ilgili görüşme yaptı... Acilen çıkarılan bu atamayı bir süre de olsa erteletemedi. Erteletemediği gibi, bir de kendisine zamanında görevine başlaması için uyarıda bulundular.
            Ankara dönüşü, eşiyle oturup, atamayla ilgili uzun uzun konuştular. Sonunda karara vardılar: Fikret'in   eşi ve çocuğu şimdilik kayınbabasının yanında kalacak. Saray'da eşinden ve çocuğundan  ayrı olarak  görevini  sürdürecek.  Bu arada, lojman ayarlayabilirse eşini ve çocuğunu yanına alacak... Ayarlayamazsa tatilde Nazilli’ye dönecek, yazı ailesinin yanında geçirecek. Okulun açılmasına yakın Saray'da kiralık ev arayacak, bulursa taşınacaklar. Aldıkları bu kararı, aynı günün akşamı kayınbabasının evine giderek açıkladılar, onlar da uygun gördüler.
            Ayrılık günü gelip çatmıştı.
            Akşamdan eşiyle hazırladıkları tahta bavulu eline aldı. Karısı  da   kızını kucakladı. Doğru kayınpederinin evine... Burada kucaklaşmalar, sarılıp ağlamalar sızlamalar, gözyaşları…
            Fikret  metanetli olmaya çalıştı. Becerdi de.  
            Uğurlamak için hep beraber bahçe kapısına yürüdüler. Fikret, elindeki tahta bavulla beş-on adım atınca, kaynanası tasla uğur suyu döktü. Arkasından bakakaldılar, tâ ki ilk sokaktan köşeyi dönünceye dek.  
            Boyunları bükük geri döndüler. Avluyu geçip, evin içine girinceye dek kaynanasının ve karısının ağzından dualar eksik olmadı.

                                                ***
             Göreve başlamasına bir gün kalmıştı. Fikret elindeki tahta bavuluyla İl Milli Eğitim Müdürü'nün karşısına dikildi. Elindeki atama belgesini kendisine uzattı. Belgeyi alan müdür, meslektaşına oturması için yer gösterdi... Bakanlıktan  gelen tayinle ilgili dosyayı  arşivden istetti. Elindeki  belgeyle dosyasındakini karşılaştırdı, birbirini teyit ediyordu.
Müdür, kendisinden yaşça  küçük de olsa Fikret'e:
             -Hocam, tayininiz Saray'ın M. köyü İlkokulu'na.  İl haritasına baktım, İran sınırına yakın  görülüyor.  Ben şimdi, İlçe Milli Eğitim Müdürlüğü’ne verilecek olan görev yazınızı vereyim.
Bu sırada Fikret hemen ayağa kalktı. Müdür sözlerinin arkasını getirdi:
             -İlçe Milli Eğitim Müdürlüğü size gerekli bilgilendirmeyi yapacaktır. Yeni görevinizde şimdiden başarılar dilerim.
             Görev yazısını aldı, ceketinin cebine koydu. Teşekkür ederek elini uzattı…
             Kapıdan çıkınca, girerken yan tarafa bıraktığı tahta bavulunu aldı. İl Milli Eğitim Müdürlüğü'nden  ayrıldığında saat on sularıydı.
             Garajdan eski bir minibüsle Özalp'a hareket etti. İkindi sularında  ilçeye girdi.
             Çarçabuk karnını doyurdu.
             Oyalanmadı hiç; çünkü zamanla yarışıyordu.
             Saray'a gitmek üzere külüstür bir dolmuşa bindi. Yol toprak ve bozuk  olduğundan bir saatte varabildi. 
                                                  ***
            Saray'ın küçük, derme çatma garajında dolmuştan inince kol saatine baktı. 16:45'i gösteriyordu. İçinden "Mesai saatinin bitmesine on beş dakika var." dedi. "Yetişmeliyim."     Elinde tahta bavuluyla adımlarını hızlandırdı. Mesai saatinin bitimine beş dakika kala hükümet konağının  önüne geldi. Soluk soluğaydı. Hava serin olmasına karşın  elindeki yük terletmişti. Konağın kapısından girerken, kolu yorulduğu için  tahta bavulunu sağ eline aldı. Kapıdaki bekçiye İlçe Milli Eğitim Müdürüyle görüşmesi gerektiğini söyledi...  Merdivenlerden üst kata çıktı. Koridorda göz gezdirirken  sol tarafta, ahşap zemin üzerine siyah yazıyla "Milli Eğitim Müdürlüğü" yazısını gördü. Doğru oraya yöneldi. Tahta bavulunu yine  kapının yan tarafına bırakarak girdi. Getirdiği görev yazısının suretini müdüre uzattı... O da İl Milli Eğitim Müdürlüğ'’ne istekte bulunduğu yazıyı çıkardı. İkisini karşılaştırıp dosyasına koydu. Gidecek olduğu köyle ilgili kısa bilgi verip, yeni görevinde başarılar diledi.
            Zaman yitirmeden hükümet konağından ayrıldı.
            Gün aya kavuşmak üzereydi.
            Kentin çarşısına uğradı. İlk önüne çıkan küçük bakkal dükkanından yiyecek-içecek şeyler aldı.  Dükkana bakan küçük erkek çocuğu olduğu için ona adres sormadı. Çıktı. Ana caddede yürüdü... Gözüne ilişen büyük bir manifatura dükkanına selâm verip girdi. Tezgahın başında oturan  kırk beş -elli yaşlarında, başı bereli, elmacık kemikleri çıkık, uzun kır sakallı adama:
            -Öğretmenim, adım Fikret Güneş. Tayinim M. Köyü ilkokuluna çıktı. Yarından sonra  göreve başlamam gerekiyor. Köye nasıl gidebilirim?
            Manifaturacı hemen:
            -Biraz önce, o köylülerden bir gurup geldi, benden alış-veriş yaptılar. Şimdi buradaydılar. Yeni çıktılar. Adımlarını hızlandırırsan yetişirsin, dedi. Dışarı çıktı,  gideceği yönü gösterdi.
            Fikret tahta bavulunu kaptığı gibi yerinden fırladı, gösterilen yöne doğru hızlı adımlarla yürümeye başladı. Tek sigara içimlik hızlı yürüyüşten sonra kent geride kaldı. Dar bir toprak yola girdi. Ortalık kararmıştı. Önünde insan, hayvan karaltısıyla ilgili en ufak bir şey görünmüyordu.  Sağ kolu ağrıyınca, bu kez tahta bavulunu sol eline aldı. Tez adımlarla yürümesine rağmen ne önünden gidenleri, ne de karşısından gelen birini görebildi. Oysa, bozkırın ortasından uzayıp giden tozlu ve taşlı yolda bir saattir yürüyordu. Gökyüzündeki yusyuvarlak ay, gümüş tepsi gibi balkıyordu; kendisine yalnız eşlik eden o idi…                 
            Geceleyin hava serinlemişti, insanı üşütüyordu. Rüzgârdan ağaçların yaprakları  hışırdıyordu.    
            Yorulmuş ve acıkmıştı.
            Yol kenarında nadasa bırakılmış, içinde tek tük ağaç bulunan tarlalardan birine oturdu. Tahta bavulundan yol azığını ve suyunu çıkardı. Bozkırın ortasında,  yukarıdaki ayın parlak ışığı altında karnını doyurdu. Yemekten sonra üstüne rehavet çöktü. Yenik düşmemek için hemen ayağa kalktı. Yanında içmek için bulundurduğu sudan biraz alıp yüzünü yıkadı. Uykusu açılır gibi oldu. İçinden "En iyisi durmayayım, yürüyeyim. Yoksa uykuya yenik düşeceğim." dedi. Tahta bavulunu aldı,  yola koyuldu. Yürüdükçe uykusu dağılıyor, gözü açılıyordu. Biraz sonra uykusundan hiçbir eser kalmadı.
              Gözünün önünde karısıyla kızının hayali: Önce kızının gülüşü, "Baba" deyişi, bakkala gitmek için ikide bir para isteyişi, dışarıdan gelince annesinden önce koşarak kapıyı açışı, bazı günler heyecanlı heyecanlı "baba annem var ya, bugün…" diye şikâyet edişi; sonra karısının okul dönüşlerinde "Ooo, hoş geldin şekerim!" deyip sarılışı, sabahları gül kurusu poplin geceliğiyle mutfakta kahvaltı hazırlarken arkasından kucaklayıp öpüşü, bir şey yaptırmak istediğinde o anki işvesi, bazen de dansözlere taş çıkartırcasına karşısında kıvırtışı...
            İçini çekti.
            Bir süre sonra, nedense kötü şeyleri hayal etti: Yüzleri poşuyla sarılı zebellâ iki eşkıya. Yolun karaltısında, ağaçların arasından önüne fırlıyorlar. Ellerinde silahları..."Kıpırdama hiç!" Donup kalıyor.  "Bavulu bırak, ellerini kaldır!"  Panik içinde. Denileni yapıyor. Korkudan yüzü kireç gibi. Diz çöktürüp, bavulunu açtırıyorlar. İşlerine yarayacak ne varsa alıyorlar. Yetmiyor, toprağa yüzükoyun  yatırıp, başına bir kurşun.   Biran ürperiyor. Bedenini daha bir korku sarıyor. Telâşla adımlarını çabuklaştırıyor.  Ardından gecenin karanlığında cam gibi parlayan iki ışık, kendine doğru yaklaşıyor: Yırtıcı, aç kurt. Elindeki bavulla savunmaya geçiyor... Avını yakalayamayan kurt yandan, arkadan saldırıyor. Bu kez tahta bavulunu olduğu yerde savurarak daireler çiziyor. Kan ter içinde, soluk soluğa. Başından aldığı tahta bavulun sert darbesiyle, kurt yere yığılıyor. 
            Tüyleri diken diken oldu. Titredi.
            Önündeki toprak yol sağa kıvrılırken, sol tarafı sık ağaçlı ve karanlıktı. Sol taraftaki  ağaçlar yolun kıvrımını karartıyordu. Kıvrımı tedirginlik içinde geçti. İp gibi uzayıp giden yolda ürkek bakışlarla ilerledi.   Şimdi, düz, geniş bozkırın ortasındaydı. Artık etrafını seçebiliyordu. Korkularından biraz da olsa  sıyrılmıştı. 
            Tahta bavulunu yere bıraktı. Yolun kıyısındaki küçük bir kayanın üstüne oturdu. Kulak kesildi.  Korku içindeydi. iki de bir sağına soluna, ara sıra dönüp arkasına bakıyordu. Sanki arkasından biri ansızın saldırıp, boğazını sıkacaktı. Fazla oturamadı. İçinden "Yolcu yolunda gerek." dedi. Tahta bavulunu kaptığı gibi yürüdü. Bir sigara içimlik yürüyüşten sonra, koyun çanlarının seslerini işitti. Uzaktan geliyordu. "Çobanlar, koyunlar." dedi. "Galiba köye yaklaşıyorum." Birkaç adım daha attı.  Önce köpeğin havlamasını duydu, ardından kendisi karşısına çıkıverdi.Yabancı kokusu almıştı anlaşılan. Hemen hedef küçültüp, yere çömdü. Babası çocukluğunda "Oğul," demişti. "Sen sen ol; karşına bir köpek çıktığında hemen yere çöm. O zaman saldırmaz. Bekler, bir süre sonra da çeker gider." Dediğini yaptı babasının. Köpek yanından ıraklaştıktan sonra ayağa kalktı.  Elindeki tahta bavuluyla adımlarını hızlandırdı... Çan sesleri duyulmaz oldu.
            Saat gece yarısını çoktan geçmişti. Neredeyse sabah ezanı okunmak üzereydi. Bir çeyrek saat daha yürüdükten sonra içinden "Saray'daki manifaturacı 'molasız üç dört saatte ulaşırsın' demişti. Onun  söylediğine göre şimdiye kadar köye çoktan varmam gerekiyordu. Yoksa köyü geçip gittim mi?" dedi. 
            Farkında olmadan sınıra dayanmış, şans eseri mayınlara basmadan İran tarafına geçmişti.        
            Ağustos 2005
            Çiğli-İzmir

 

BUGÜN BEN VAR YA…

           Lise son sınıftaydım. Üniversite sınavına girmek için, sınava giriş evraklarını okul  sekreterliğinden alıp, doldurdum.  Okul müdürlüğüne teslim edecektim; fakat evraklarla  birlikte sınav harcı olarak beş yüz lira da hazırlamam gerekiyordu. O kadar param yoktu. Zaten bir öğrenci için de büyük paraydı. Önce annemden istedim. "Yok!" dedi.  Sonra, babama koştum; o da vermedi. O yıl, annemin uzak akrabalarından birinin oğlu, Orta Doğu Teknik Üniversitesi son sınıfından mezun olurken siyasi cinayete kurban gitmişti.  Bu nedenle sınava girmemi istemiyorlardı. Ölen geri gelmiyordu; ama olan bana olmuştu. Sınava giremedim. Bir sonrakine girebilmek için de koca yıl bekleyecektim. 
            Okullar yaz tatiline girince, bir üst sınıfa geçen öğrenciler, tatil süresince çalışabilmek için  esnaf ve sanatkarların kapılarını aşındırmaya başladılar. 
            Haziran ayı yarılanmıştı, oysa ben daha işsizdim. Okullar kapandığı için evden harçlık da  isteyemiyordum… 
            Askere gitmeme ise iki yıl vardı. Bu süre içinde boş gezemezdim. Çalışmak zorundaydım. Başka çarem yoktu. Zaten kıt kanaat geçiniyorduk. Tek çalışan babamdı…  İş aramaya koyuldum. Kısa süreli birçok işlere girdim çıktım. Son çalıştığım iş yeri Alsancak'ta bir fotoğraf stüdyosuydu. İşim, makaralarca film yıkamak ve bunların baskısını yapmaktı. Bu işler için, sabahın köründe karanlık odaya giriyor, akşam geç vakitlerde çıkıyordum. Geceler herkese karanlıktır; oysa benim gündüzlerim de karanlıkta geçiyordu. Buna rağmen  emeğimin karşılığını da tam alamıyordum. Gerçeği söylemek gerekirse, aldığımın  çoğunu yol ve yemek parası olarak veriyordum... Bu nedenle aile bütçesine hiç katkı yapamıyordum. Bu durum canımı sıkmaya başlamıştı. Kendi kendime "Ya yeni iş bulmalıyım, yada kendim bir iş yapmalıyım." dedim.
            Bir gün, ne iş tutayım diye düşünürken, aniden yıllar önce yanında çıraklık yaptığım  Fikret ustayla karşılaştım. Önce o tanıdı:
            -Ooo! Maşallah kocaman delikanlı olmuştun! dedi.
            -Kusura bakma abi. Birden tanıyamadım, deyip eline sarıldım...
            Gerçekten de ilk anda kendisini tanıyamadım. Çünkü, en az altı yıldır görüşmüyorduk. Saçlarında beyazlar çoğalmış, sakalına, bıyığına kır düşmüş, yüz çizgileri artmıştı.
            Elini öptükten sonra, bu kez o:
            -İnsanlık hali olur böyle şeyler. Dalgın olduğunu fark ettim zaten, dedi.
            Karşılıklı hal-hatır sorduktan sonra ne iş yaptığımı sordu. İşsiz olduğumu söyledim. Biraz  düşündükten sonra:
            -Pazarlarda çorap-mendil satar mısın? dedi. 
            Şaşırmıştım. Hemen kendimi toparlayıp:
            -Birisinin yanında mı diyorsun, yoksa kendi adıma mı?
            -Kendi adına.
            -Olabilir.  Niye olmasın?  dedim. 
            Ardından eklemeyi de unutmadım:
            -İyi de, bende bu iş için kuruş yok abi.  Malı neyle  alacağız?
            -Kemeraltı'nda bu işin toptancılığını yapan samimi arkadaşım var. Senden iyi olmasın, iyi bir insan. Ben kefil olurum, malı alırız oradan. Sattıkça ödersin. Tamam mı?
            -Ne demek abi. Allah razı olsun.
            -Senden de razı olsun. Yarın işim var. Yarından sonra gel yanıma. Gidelim.
            Dediği gün yanına  gittim. Oradaydı…
            Bir süre bu konu ile ilgili konuştuk. Sonra kalkıp, bahsettiği toptancıya gittik. Arkadaşı, Fikret ustayla beni can-ı gönülden karşıladı. Saygıda kusur etmedi. İkramda bulundu…
            Fikret usta yanına geliş nedenini açıkladı.  İsteğimizi memnuniyetle kabul etti. Bay, bayan için çeşitli renk ve markalarda, mevsimine göre çoraplar,  mendiller  aldık. Arkadaşı, malları iki paket yaptı. Benim adıma cari hesap açıt. Defterin yanına da kefil olarak Fikret  ustanın adını yazdı. Paketin birini Fikret usta aldı, diğerini de ben. Toptancıdan çıktık…
            Evde seyahat için kullanılan valiz vardı. Bu valize çorap ve mendilleri doldurup, semt pazarlarında satmaya başladım. Haftada dört gün pazara çıkıyor,  bir gün toptancıya gidiyor,  kalan iki günde de dinleniyordum.   Bu işten çok para kazanmasam da en azından kendi başıma buyruktum. Karışanım, girişenim yoktu. Haftada üç gün, sabahları erken kalkma gibi bir derdim kalmamıştı. Hem de elime daha çok para geçiyordu. 
            Her işin kendine has zorluğu ve sorumluluğu vardır. Kuşkusuz, bu işin de kendine özgü bazı zorlukları vardı. Mallarını sırtında taşımak, pazarlarda yer bulabilmek, mallarını zabıtalara kaptırmamak için saklambaç oynamak gibi. Bunları baştan kabullenmiştim. Çünkü her işin bir külfeti, her külfetin bir nimeti olduğunu biliyordum.
            Artık, Fikret ustanın tanıştırdığı toptancıdan eskisi gibi cari hesap çalışmıyor, peşin alıyordum. Ne de olsa küçücük  sermaye sahibi olmuştum. Birde, tek oraya bağlı kalmıyor, başka toptancılardan da mal alıyordum. Bunu, orada bulamadığım çeşitler için veya başka toptancılarda bazı mallar daha ucuza satıldığı için yapıyordum.
            Bir gün yine toptancılara  mal almaya gittim. O gün bazı toptancıları gezdim. Bayan çorabı çeşitlerine zam geldiğini öğrendim. Paramı eski fiyatlara göre ayarladığım için istediğim mal çeşitlerini alamayacaktım. İçimdeki duygu "Dur hele. Acele etme. Birkaç toptancıya daha uğra, belki oralarda bulursun diyordu."  Duygumun sesine kulak verdim. Şöyle, mantocular çarşısına doğru uzandım. Karşıma çıkan ilk köşedeki tuhafiye deposuna daldım. Tezgahın arkasında otuz beş –kırk yaşlarında, ak benizli, uzuna yakın boylu, kaytan bıyıklı, yüzü tıraşlı, kumral saçları arkaya doğru özenle taralı biri karşıladı beni. Sırtında temiz, ütülü krem rengi gömleği ve bacağında lacivert pantolonuyla tam bir efendiydi. Makedon göçmeni olduğunu tahmin ediyordum.
            -Oj geldiniz.*
            Tahminimde yanılmadığımı anladım. İçimden "Eğitimli, saygılı; şu veya bu nedenle  dağılmış,  parçalanmış aile insanları olduğu için ezik insanlar." dedim. 
            -Hoş bulduk.
            Bu arada, yan tarafındaki masada,  önündeki Kur'an-ı Kerim’i okumakla meşgul olan kırk-kırk beş yaşlarında, esmer, çatık kaşlı, kömür karası bıyıklarının uçları üst dudağının hizasından alınmış, günlük tıraşını olduğu halde sakallarının çok gür olduğu her halinden belli olan biri oturuyordu. Büyük bir olasılıkla oranın sahibi olsa gerek. Okumakta olduğu kitaptan başını kaldırdı,  dudaklarındaki gülümsemeyle o da:
            -Hoş geldiniz, dedi.
            Sonra, ne tezgahtara bir şey söyledi, ne de bana. Önündeki kitabını kaldığı yerden okumayı sürdürdü.
            Tezgahtarla mal seçmeye koyulduk. Alt katta birkaç çeşit seçtikten sonra, birlikte üst kata çıktık. Kalan çeşitlerimi oradan tamamladım. Bu arada samimi olunca, söyleşiyi artırdık. O bana adımı sordu, söyledim. Sonra kendisi "Benim adım da Cemal" dedi. Bu arada, merakımı gidermek için masada oturanın kim ve nereli olduğunu sordum.
            Alçak sesle anlatmaya başladı:
              -Buranın sahibi. Adı Mahmut'tur. Aslen Sivaslı.  Kendisi hacıdır. Bu camiada Hacı Mahmut diye tanırlar.  Sivas Yıldızeli'nden göç etmişler buraya. Benim gibi, o da göçmen. O İç Anadolu’dan göçüp gelmiş buraya, biz dışardan. Kısacası ikimiz de göçmeniz." dedi gülümseyerek.
          Bu kez ben:
            -Orasına bakarsan, ben de göçmenim.  Denizli'den göçüp geldik  İzmir'e. Türkler tarih boyunca göçer olmuşlardır, dedim.
            Doğru söylüyorsun anlamında başını sallamakla yetindi.
            Ayırdığımız  mallarla zemin kata indik. Aşağıda ve yukarıda ayırdığımız malların hepsini tezgahın üstüne yığdık… Cemal  Bey, hesabı çıkardı. Tutarını ödedim. Ardından malları paketleyip, önüme uzattı. Paketi alıp, kendilerine hayırlı işler dileyerek ayrıldım. Tam köşeyi dönerken arkamdan bir ses. Dönüp baktım. Cemal Bey. Eliyle gel işareti yapıyordu.  İçimden "Allah Allah! Hesapta mı bir yanlışlık oldu? Yoksa, bir şey mi umuttum?" dedim. Neyse, gidince belli olacaktı. Elimde paket, hızlı adımlarla geri  döndüm. Paketi tezgahın üstüne koyarak:
            -Buyur abi. Hesapta bir yanlışlık mı var? Yoksa bir şey mi unuttuk?
            -Yok yok! Bir yanlışlık yok, bir şey de unutmadık. 
            -O halde?...
            -Sana bir teklifimiz  var.
             Şaşırdım. Beklemiyordum:
            -Ne teklifi abi?   
            -Bizimle çalışmak için...
            O anda, aranılan adam olmak, teklif almak, hoşuma gitmedi desem yalan olur. Az düşündükten sonra:
            -Tabi abi. Yalnız...
            -Yalnızı ne?
            -Keşke bunu malları almadan önce söyleseydiniz.
            -Ne önemi var?
            -Abi benim için çok önemli. Sermayemin hepsi bu. Anlaşır, nasip olurda burada çalışmaya başlarsam, bu malları ne yapacağım? Sonra nasıl satacağım?
            -Aaa! Kardeşimin düşündüğü şeye bak. Ondan kolay ne var? Malları, sana sattığımız fiyattan hemen geri alırız;  parasını da hemen avucuna sayarız. Tamam mı?
            -Peki abi!  Tamam!  Haftalık olarak ne vereceksiniz?
            Bir rakam söyledi. Umduğumun  çok üstündeydi. O anda sevincimi belli etmemeye çalıştım. 
            Hemen malları geri aldılar. Paramı da avucuma saydılar.  O dakikadan itibaren orada işe başlattılar.   Artık sevincime diyecek yoktu.
            İlk işim, aldığım malların paketini açıp, raflara yerleştirmek oldu.
            Akşamı sabırsızlıkla bekliyordum. Eve gidince, başta aileme ve arkadaşlarıma hava atacaktım. "Bugün, ben var ya…" diye başlayacaktım anlatmaya. 

Nisan 2006
Çiğli/İzmir

 

 

                       GÖKYÜZÜ MAVİ KALACAK 

           Duvardaki tozlu saat gecenin 03’ünü gösteriyordu.
            Önündeki bakır kazan hamurla doluydu. Elindeki hamur keskisiyle hamurdan   parçalar kesiyor, tavandan aşağı asılı duran terazinin kefesinde tartıyor, yanındaki arkadaşının önüne atıyor,  o da onları şekillendirip tahta tavaların içine sıralıyordu.
            Ortalık ışımak üzereydi. Yeni bir güne başlanıyordu.
            Bu arada, bir ay önceki o görkemli yürüyüşü anımsadı. Gözünün önünde o günkü kalabalık canlandı: Akıp giden insan seli. Kendisi de o selin içinde bir damlacık. Damlaya damlaya göl olmuyor muydu? Tüyleri ürperdi...  Belleğinden geçenleri silmeye çalıştı. Silinmiyordu. Sanki tam zamanıydı. Nereden gelip takılmıştı? Olaylar, yürüyüşler gözünün önünden film şeridi gibi geçiyordu. İçinden: "Bir ben değilim ki milyonlardık.  Hepimiz aynı düş peşindeydik. Amaç neydi? Daha iyi bir yarın yaratmak değil miydi?  Yürüyenler yalnız işsizler ve ezilenler miydi? Hayır, hiç de öyle değildi. Öğrenciler vardı, gençlik vardı, aydınlar vardı. Onlar da koşuyorlardı bizimle. Zaten onlar değil miydi bizi bilinçlendiren, aydınlatan? Yine onlar değil miydi emeği, hakkı, sömürüleni, sömüreni öğreten? Elbette onlardı! Tanrı huzurunda bile: "Hak dediğin zaman akan sular durur."  denmiyor muydu?  Ama ne yazık ki bu kutsal haklarımızı ayaklar altına almadılar mı? Aldılar ki biz de kentin içinde akıp giden insan seli olduk genciyle yaşlısıyla."
            Yanındaki arkadaşı:
            -Cengiz, haydi hamur yetiştir, deyince irkildi.
            Tartı işini hızlandırmıştı; ama silmeye çalıştığı düşüncelerinden kurtulamıyordu. Türkü söylemeye başladı. Başka türlü olmuyordu; bir de böyle deneyecekti. Bu kez deneyinde başarılı olmaya başladı..
            Kendisi kazandaki hamuru bitirmişti; oysa arkadaşının önünde şekillenecek bir yığın hamur parçası vardı...
            Odadan çıktı, ekmek satılan tezgaha doğru ilerledi; tezgahtaki ekmekleri sıralayan fırın sahibine seslendi.
            -Usta benim iş bitti; giyiniyorum.
            Fırın sahibi sırtı dönük:
            -Giyin, dedi.
            Giyindi; tuvalete gidip lavaboda ellerini, yüzünü yıkadı. Saçlarını ıslatıp, taramaya başladı...
             Bu sırada,  tezgahtan kulağına anlayamadığı sesler gelmeye başladı. Seslerin içinden yalnız adını anlayabildi. İkirciklendi. Ayak seslerinden gelenlerin iyice yaklaştığını hissetti. Tarama işini acele bitirip, kapıya yöneldi. Tam kapının ağzında kendisini üç sivil polis karşıladı. korkudan rengi değişti, belli etmemeye.
             İçlerinde komiser olanı sordu:
            -Cengiz sen misin?
            -Evet, dedi. İkisi koluna girip, dışarı çıkardılar. Fırın sahibi ve diğer çalışanlar şaşkınlık içindeydiler. Kimse bir şey sormaya cesaret edemedi. Fırının önünde bekleyen askeri bir cipe bindirdiler. Polis karakoluna götürüleceğini düşünürken askeri birliğin içinde buldu kendini. Cipten indirdiler;  birliğin içinde tek katlı, üstü kiremit çatılı, sıra halinde uzanan taş yapı binaların sonundaki iki kanatlı, yüksek ve geniş kapının açık duran kanadının birinden içeri soktular. Kapıdan geçirilince hemen sağ tarafındaki odaya alındı. 
            Bu sırada, başlarında nöbetçi onbaşıyla altı er  -tek sıra halinde-  sabah kahvaltılık  almak için askeri birliğin mutfağına doğru gidiyorlardı.
            Taş yapı odanın zemini kara beton, tavanı ahşap, duvarları ise beyaz kireç badanalıydı. Ön ve yan cephesinde ikişer kanatlı küçük birer pencere vardı. Bu pencereler, odanın zemininden hayli yüksekte olup, adeta banyo ve tuvaletlerin havalandırma pencerelerini andırıyordu. Tek farkı onlardan biraz büyük ve çift kanatlı oluşuydu. Yan taraftaki küçük pencereden ise kışlanın bitişiğindeki caminin minaresi görünüyordu. İçerde  gri  boyalı üç adet ikili ranza, tahtadan yapılmış küçük bir masa, iki adet sandalye bulunuyordu.
            Minareden ezan sesini duyunca, bunun öğlen ezanı olduğunu o zaman anladı. Hoparlör sanki kulağının dibindeydi. Ses o denli yakından geliyordu. Hoca ezanı bitirmek üzereydi, Kelime-i şahadet  getirdi.
            Ezan bittikten az sonra giriş kapısının açıldığını hissetti. Kulak kabarttı; ayak sesleri geliyordu. Odanın kapısı açıldı. Karısında ellerinde yemek tabaklarıyla iki asker. Biri onbaşıydı, diğeri er. Yemekleri masanın üstüne bıraktılar, kendisine acıyarak baktılar, hiç konuşmadılar, çıkıp gittiler. Masanın üstündeki yemekler etli nohut, pirinç pilavı ve taze çekirdekli beyaz üzümdü. Karnı akşamdan beri açtı, midesi kazınıyordu. Açlıktan nefesinin koktuğunu hissediyordu. Sıcak etli nohut yemeğiyle pilavın kokusuna dayanamadı; hemen masanın başına geçti. Önünde duran taze yarım ekmeği eliyle ikiye böldü. Yemeğe yumuldu... Açlıktan lokmalarını bile fazla çiğnemeden midesine indiriyordu. Karnını doyurduktan sonra üstüne bir bardak soğuk su içti. İçinden: " Oh! Çok şükür ya rabbi, dünya varmış. Allah kimseyi aç bırakmasın." dedi. Soluklandıktan sonra tabaktaki üzüme uzandı...Yeme işini bitirdikten sonra tabakları aldı, iç içe koydu. Masanın üstündeki ekmek kırıntılarını eliyle avucunun içine topladı, kirli tabağın içine attı.
            Yemekten sonra canı müthiş sigara istedi. Gömleğinin cebindeki sigara paketini çıkardı, içinde sigara göremedi, bittiğini sandı, üzüldü; paketin içine iyice baktı, dip kısmında tek  sigara gördü. çocuklar gibi sevindi. Kibritiyle yakıp derin bir nefes çekti. Dumanını ciğerlerine doldurdu.  Sanki ciğerleri bayram ediyordu... 
            Biraz sonra iki asker geldi. Bunlar yemeğini getirenler değildi. Boş tabakları ve su sürahisini alıp gittiler. Askerler gider gitmez nöbetçiler iç ve dış kapıları hemen kilitlediler. 
            Portakal rengini alan güneş dağın arkasından elini sallıyordu.
            Bulunduğu oda kararmaya başlamıştı. Kapının yan tarafında bulunan sıva üstü siyah elektrik anahtarının düğmesini çevirdi. Tozlu ve kirli ampul odayı zor aydınlatıyordu.
            Tuvalet ihtiyacı gelmişti. Nöbetçilere sesledi:
            -Nöbetçiii!
            Duymadılar.
            Sesini tekrar yükseltti:
            -Nöbetçiii!
            Bu kez dış kapıdaki irkildi:
            -Ne vaar?
            -Tuvalet ihtiyacım...
            Kapıdaki nöbetçi, duvarın yan tarafındaki pencerenin önünde nöbet tutan askere seslendi. Birisi kapıyı açarken, diğeri tüfeğini çapraz tutuşa geçirdi. İki süngülü tüfek arasında tuvalete gidip geldi.
            Bu arada yatsı ezanı okunuyordu. Aklına yaşlı anasıyla babası gelmişti. Tevekkül sahibiydiler;  namazlarını da  kolay kolay kaçırmazlardı.  
            Ertesi günü Sabah beş kişi daha gözaltına alındı.
            İki gün sonra, odanın aydınlatma pencereleri birlik komutanının emriyle duvarın dış kısmandan saç levhalarla kapatıldı. Artık odanın içi karanlıktı. Gündüzleri bile tozlu ve kirli ampul odayı zor aydınlatıyordu.
            Sabahları tuvalete çıkarılan gözaltındakiler güneşi görünce gözlerini kırpıştırıyorlardı. Gözler karanlık ortamdan çıkıp, birden aydınlık ortama girince uyum sağlayamıyordu. Elleriyle gözlerini siper ederek yürüyorlardı.
            Hepsinin havasızlıktan boğazları ve dilleri kurumuştu. Bir hafta içinde yüzleri sarardı, vücutları çöktü. Oysa gözaltına alınırlarken sağlıklı ve bakımlıydılar.
            Gözaltındakilere cumartesi ve pazar hariç her gün günün belli saatlerinde işkence yapılıyordu. İyi ki işkencecilerin iki gün hafta tatilleri vardı. Bu iki günde  yiyip içip direnç kazanmaya çalışıyorlardı. 
            Sabahları tabip asteğmen geliyor, işkenceden yara alanlara pansuman yapıyordu. Mahkemeye çıkma günlere yaklaşanların ise tedavileri daha sık yapılıyordu. Çünkü, gözaltındakiler kendilerine işkence konusunda bir savunmada bulunmasınlar diye yaraları iyice tedavi ediliyordu.
            Birkaç gün sonra birlik komutanının ikinci bir emriyle odanın pencerelerindeki sac levhaların üzerine kazmanın sivri ucuyla askerler tarafından havalandırma delikleri açıldı. Sac levhanın üzeri süzgeç gibi oldu.
            Bu işin yapılmasında tabip asteğmenin parmağı olduğu öğrenildi.  Yaralıların tedavisini  yapan tabip asteğmen, gözaltındakilerin sağlık durumlarının havasızlıktan ciddi tehlikeler yarattığını ve ortaya bu konuda ölüm olayları çıkarsa kendisinin sorumlu tutulamayacağını  birlik komutanına bildirmiş.   Hatta  bununla da yetinmeyip, gerektiğinde mahkemede bu konuda şahitlik bile yapabileceğini söylemiş...
            Gözaltındakiler havalandırma deliklerinin açıldığı gün çocuklar gibi sevindiler. Hava almak ve güneş görmek için ikişer ikişer küçücük pencereleri paylaştılar. Yüzlerini pencereye çevirip, boyunlarını yukarı doğru uzattılar; küçük deliklerden aydınlık masmavi gökyüzünün doyumsuz seyrine daldılar.

  Mayıs 1985
Karşıyaka/İZMİR