KENDİ HAPİSHANELERİMİZ
Siz hiç mısır ekmeğini yoğurda doğrayarak yediniz mi? Ama gerçek özelliklerdeki mısır ekmeğinin. Pileki denilen toprak tavada pişirilmişini.
Annem, alazı dağıtılmış ateşin üzerinde, sacayağındaki pilekinin üstüne örttüğü sacın üzeri de kor koyarak pişirirdi mısır ekmeğini. İçindeki unun üretildiği mısır ise; genetiğiyle oynanmamış, hiçbir ilaç ya da yapay gübre kalıntısı taşımayan ve de özellikle su değirmeninde öğütülmüş olurdu. Sonradan çıkan ve adına “ateş değirmeni” denilen petrol yakıtlı değirmenlerin unu yaktığı söylenir, beğenilmezdi.
Annem, tekneye aldığı una, daha önceki yoğurduklarından sakladığı mayasını katar, o en doğal durumdaki sularımızla yoğurdu. Mayalanmaya bırakılan mısır hamurunun yüzeyi hafif kabuklanıp çatlamaya başladığında pişirmeye hazır duruma gelirdi. Isıtılmış pilekinin yağlanmasından sonra hamuru içine doldurdu. Eliyle şaplak vurarak yerleştirmesi ve yüzeyini düzeltmesi hep bana çamurla oynama duygusu verirdi. Pilekiye yerleştirdiği hamurun üzerini kurutulmuş kestane yapraklarıyla örterdi. Daha önceden ocakta yakılmış gürgen odunlarının korları dağıtıldıktan sonra önce sacayağı yerleştirir. Sonrada da sacayağının üzerine pilekiyi koyardı.
Yeni pişmiş mısır ekmeğinin kokusu, oyundan zor ayrılmış, yorulmuş ve de her zaman yemeğe düşkün olan beni çıldırtırdı. Ekmeğin soğumasını bile bekleyemezdim. Taze mısır ekmeğinin özellikle dış çeperdeki kabuğunun lezzetini hiçbir keke, pastaya değişmem. Hele hele üzerine sürecek gerçek tereyağınız da varsa…
Elli yıl öncesine ilişkin anıdır yukarıda anlattıklarım. Genetiği değiştirilmiş mısırların değil, genetik biliminin bile olmadığı zamanların. Kanserojenlerin kuşatmadığı bir dünyadaydık. Işınım (radyasyon) yalnızca Hiroşima ve Nagazaki için geçerliydi.
Para her şey değildi. Elbette varsıl olmak suç değildi ama yoksul olmak da utanılacak, saklanacak bir şey değildi.
Kapkaç’ı bırakalım bir yana, evlerimizin kapısı bile hiç kilitlenmezdi. Komşunun bir gereksinimini sağlaması için ev sahibinin evde olması bile gerekmezdi. Tuz, şeker ya da çay. Neye gereksinimi varsa alır giderdi.
Günümüzde hiçbir biçimde güvenlikte hissetmiyoruz kendimizi. Yardımlaşmanın adı bile gereksiz artık. (Felaketlerdeki yardım, yardımlaşma değildir.) Çelik kapılarımızdaki üçer beşer kilitler bile güvenlikte olma duygusu yaratmıyor bizde.
“Silah icat oldu, mertlik bozuldu” demiş atalar. Kapitalizm icat oldu, tüm insanlık bozuldu.
Şimdi yavaş yavaş anlaşılıyor “Vehbi’nin Kerrakesi.” Tam da kapitalizmin kabesinde yeşeriyor umut ve yayılıyor özellikle kapitalizmin en güçlü olduğu yerlere.
Hiçbir şey, ama hiçbir şey sonsuz değildir. Bu hele hele kapitalizm gibi insanı insanlıktan çıkaran bir olguysa, sonu ne kadar çabuk gelirse o kadar evladır.
Şimdilik bize yansımadı bu kalkışma. Yansıyacaktır. Küresel bir cadı kazanının en çok acı çektirdiği ülkelerden biriyken ülkemiz, buna karşı çıkan eylemliliğin bize bulaşmaması düşünülemez.
Suskunluğumuz başka sorunlarımızın ağır basıyor görülmesindendir. Oysa diğer sorunlarımızı kazıdığınızda altından çıkan, kapitalizmin sırıtan yüzüdür.
Yarın, bugünden kurulmaya başlanmıştır. |