HUKUK ÖLÜRSE
Ortalık giderek artan bir toz duman içerisinde. Karanlığın içerisinde el yordamıyla dolaşıyor gibiyiz. Neyin doğru, neyin eğri olduğunu, neye güvenip neye güvenemeyeceğimizi bilmiyoruz.
Böylesi bir ortamda söz söylemek ya da yazmak çok zor. Ağzımızdan ya da kalemimizden çıkan her sözcüğü kılı kırk yararak tartıyoruz. Doğrusu korkuyoruz.
Korkmak, insanca bir duygudur. Korkuya teslim olmaktır korkaklık. Ne olursa olsun söyleyecek sözünü söyleyenlerin korkmadığını düşünmeyin. Gün olur, bedeli ne olursa olsun o sözün söylenmesi, o yazının yazılması gerekir.
12 Martı yaşadım. 12 Eylül’ü yaşadım. Tam da o kara dönemler geride kaldı diye düşünmeye hazırlanırken, neredeyse tam da o günlere benzer durumların içine düştük.
Görünürde söz söylemek ya da yazmak serbest. Kimseleri düşüncesinden dolayı tutmuyorlar gibi. Eeee, ders alınmış besbelli. Ama içeride düşündüklerini söylemek ya da yazmaktan tutuklu çokça insan var. Yayınlanmamış kitaplar yasaklanıyor, yazarı tutuklu. Ders veren profesörler tutuklu. Suçları besbelli ki düşünmek, düşündüklerini açıklamak. Tutukluluk nedenleri örgüt üyeliği. Size inandırıcı geliyor mu bu?
Eğer düşünce özgürlüğü olsa; şiddete başvurmadan, şiddete başvurmanın gerekliliğini savunmak bile suç olmaz.
Konuşmanın ve yazmanın yürek istediği bir ortamdayız. Sussan tarihe karşı suçlu oluyorsun. Susmasan, ensende hissediyorsun Demokles’in kılıcını.
Bir fıkrayla bitirelim yazıyı. Ne de olsa en zararsız biçimidir yazının fıkralar.
Çok eski yıllarda krallıkla idare edilen bir ülke varmış.
Ama bu ülkede, hukuk ve hâkimler de varmış.
Törelere göre, bir vatandaş öldüğünde, şehir merkezindeki dev çan bir defa çalınırmış. Uzun uzun da yankılanırmış.
Eşraftan birisi ölürse çan iki defa, büyük bir devlet adamı ölürse üç defa çalınırmış.
Ya kral? O öldüğünde, çan dört defa çalınırmış.
Gel zaman git zaman… Şehirde bir olay olur, iş mahkemeye intikal eder. Davanın sanığı olarak mahkeme huzuruna çıkarılan kişinin masumiyetini ise bütün vatandaşlar bilmektedir. Bir formalite olarak görülmesi ve beraat beklenen, davadan sürpriz bir karar çıkar. Sanık para cezasına mahkûm olmuştur.
Hâkim sorar:
-Bir diyeceğin var mı?
Sanığın cevabı:
-Hayır!
Mahkeme biter. Dinleyiciler dağılır. Kafalarda bir kaygı!
Kısa bir süre sonra dev çanın sesi duyulur.
Acaba kim öldü?
Çan bir defa daha çalar.
Eşraftan biri öldü.
Şehir çan sesi ile bir defa daha inler.
Hımmmmm… Büyük bir devlet adamı, acaba kim?
Soruya cevap alınmadan çan bir defa daha çalar, yeri, göğü inletir.
Herkeste bir feryat:
-Eyvah! Kralımız öldü!
Ancak, törede görülüp işitilmemiş bir şekilde çan, beş ve altıncı defa da çalınır, yer gök inler ve sesler kesilir.
Herkes bunun ne anlama geldiğini öğrenmek için, çan görevlisine koşar.
Bir de bakarlar ki çanı haksız yere mahkûm edilen adam çalmaktadır.
Sorarlar:
Ne demek beş ve altı defa çan çalmak? Kraldan daha büyük birisi mi öldü?
Cevap şaşırtıcı olduğu kadar anlamlıdır da:
-Evet, adalet öldü... |