KIYIDA YATAN ÖLÜ ÇOCUK YA DA KÜRESELLEŞME - 2
Küresel sermaye artık yalnızca ücretlisi olan emekçilere değil, tüm insanlara dahası insanlığa saldırıyor. Doğayı yok etme pahasına sürdürülen kazanma hırsı, sudan gerekçelerde yeraltı zenginliği olan ülkelere savaş saldırısı ve ekonomik abluka.
Dünyanın neresinde olursa olsun tüm insanların güvenlikli ve insanca bir yaşam için her tür girişim yapma ve özgürce sonuçlandırma hakkı vardır. Bu koşulları bulunduğu ülkede gerçekleştiremiyorsa, dilediği ülkeye gitmesi de karşı konulamaz bir hak olmalıdır. Ülkelerin ve uluslararası kuruluşların bunu engelleyen yasaları meşru sayılmamalıdır. Bu noktada karşımıza yeni bir kavram çıkmaktadır. YASA DIŞI MEŞRUİYET.
İlk bakışta bu kavram büyük bir çelişki oluşturuyor gibi görünse de özünde, evrensen bir haklılık içermektedir. Bir insanın yaşadığı yerde, insanca koşullar sağlayamıyorsa onun yeni ve daha iyi bir çevrede yama hakkının evrensel bir hak olduğu savunulabilir. Sermayeye engel olmayan sınırların, sıradan insanlara engel olmasının mantığını kimse savunamaz.
Sermayenin küresel saldırına karşı ulusalcılıkla karşı çıktığını söyleyenlerin ve bu yaklaşıma devrimci-solcu anlam yükleyebilen solcuların gözden kaçırdıkları nokta, ulusal kimliklerin ve sınırların insanca yaşam hakkını güvence altına alamamasıdır. Sınırları kapatmak yalnızca kendini mahkûm etmek anlamına geliyor. Kapanan sınırlar içinde özgür yaşamayı düşünmek günümüz dünyasında yalnızca bir hayal.
*********
“Zincirlerinden başka kaybedecek şeyi olmayanlar, devrimin dinamiklerini oluştururlar”
Yaşamın her alanında bir alt üst oluş yaşanıyor. Bu günü geçmişin kavramları ve kalıplarıyla açıklamaya kalkmak, yeniden bir yanlışa düşmeye mahkûm bırakır. Günü okumak, güne uygun yaklaşımlar üretmek en önce eytişimselliğin temel kuralıdır.
Venezüella deneyimi temelden sarsıyor ezberlerimizi. Chavez’i iktidara getiren de, iktidarda tutan da işsizler (bulabildiği işlerde günübirlik çalışan yoksullar). Sendikaların Chavez karşıtı gösterileri örgütlemeleri, grev yapmaları yalnızca “sendika ağaları” kavramıyla açıklanamaz. Hiçbir sendikacı, hükümeti düşürmek gibi çok önemli bir konuda işçilerin içtenlikle benimsemediği bir eylemliliği uygulayamaz. Öncülüğünü petrokimya işçilerince yapılan Chavez’i düşürmek amaçlı eylemlerin ABD tarafından yönetildiğini bilmeyen yok. Yani, işçiler ve sendikalar ABD ile işbirliği içinde sol bir yönetimi devirmeye çalışıyorlar. Sisteme uyum sağlayan ve ülke nüfusunun hayli azınlığını oluşturan sendikalı işçiler, görece de olsa edindikleri varsıllığı paylaşmak niyetinde değiller.
Türkiye’de de durum başka değil. Eylül sonrası eylemler baktığımızda çarpıcı durumu görüyoruz. Demokratik ve ekonomik istemli eylemlerin daha çok KESK üzerinden gelişmesi, özellikle Sendikalı işçilerin (özelleştirme, sendikasızlaştırma ve işsizlik tehditlerine karşın) eylemsizliği nasıl değerlendirilecek. Ancak çok kısıtlı olarak, kendi çalıştıkları işyeri özelleştirme kapsamına alındığında kısır ve yetersiz eylemde bulundukları gözleniyor. Edinimlerinin geri alınması tehdidinin dışında düzeni değiştirme istemleri yok. Yok, çünkü onlar artık bin sekiz yüzlerin, proleterleri değil. Özellikle petrokimya gibi büyük işletmelerde çalışan işçiler, Sovyetlerin yıkılmasında sonra yoğunlaşan ideolojik bombardımanın da etkisiyle sisteme uyum sağlatıldı. Küçük ve özel sektör işletmelerinde çalışanların örgütsüzlüğü nedeniyle eylemsizliği de eklendiğinde, günümüzde işçilerden devrimci tavırlar bekleyen ve bunun üzerinden gelecek projeleri üretenlerin ayaklarının yere basmadığı söylemek yanlış olmasa gerekir. “Bunun işçileri dışlamak anlamına yorumlanmamasını dilerim. Söylemek istediğim ana dinamiğin değişimidir.”
Günümüzün proleterleri ise örgütsüzlüğünün yanında, teorik donanımsızlığın kurbanı. İşsiz olduklarından sendika (en azından bu günkü kavramsallığıyla) onları kapsamıyor. İşsizliği temel alan bir teorik bakış gerçekleştirilemediği için de gözden ve gönülden ıraklar. Üretimden gelen güçleri de olmadığından, grev bunlar için hiçbir anlam taşımıyor. Tek itici güçleri “yaşamak zorunlulukları” ki bu en temel ve güçlü dinamiği oluşturmak için yeterli. Emekleri doğrudan sömürülmediğinden, artı değer teorileri bunlar için bir anlam ifade etmiyor.
Artı değer yok, indirilecek şartel yok, karşısında doğrudan hasım alacağı işveren konumunda burjuvazi yok, kişisel zenginlik için artık üretim araçlarına sahip olmak eskisi gibi zorunlu değil, bilgisayarların birkaç tuşuna basmakla sahip olunan sermaye küreyi dolaşıyor ve hiçbir üretime sahip olmadan çoğalıyor. (Yine de bir yerlerde yapılan üretimden alıyor zenginliğini)...
Sonuç, ezberlerimiz artık bir işe yaramıyor. Sistemi değiştirecek olanların kaybedecek zincirleri bile yok. Haydi, şimdi bu bilmeceyi çözmeyi deneyelim.
Aralık.2002