Fotoğraf Ahmet Yaylacı'dan alınmıştır |
KARGI’DA İLK GÜNLER |
Halılar Köyü, öğretmenliğe ilk başladığım yer değil. Daha önce on gün kadar başka bir köye Çorum’dan gidip gelmiştim ama gerçek anlamda benim ilk görev yerim Halılar Köyü oldu.
Öğretmen Okulu dördüncü sınıfta çayı şekersiz içmeye başlamıştım. Okulu bitirdiğimde artık istesem de şekerli çay içemez durumdaydım.
Yirmi yaşında, tam anlamıyla tıfıl üstelik de köy yaşamını hiç yaşamamış biri olarak gelmiştim Halılar Köyüne. O yıllarda bu köy, Anadolu’nun köy ortalamasının çok üstünde bir gelir ve bunun sonucu daha yüksek bir yaşam standardına sahipti. Bakkalları, kahvehaneleri vardı. Köyde elektrik ve evlerde su yoktu ama en azından ilçeden bakkallara ekmek geliyor, gaz tüpü bulunuyordu. Eski evler ağırlıklı ahşap, diğerleri tuğla ve çoğunlukla iki katlıydı.
Ana geçim kaynağı çeltik üretimiydi. Sebze üretimi, ailelerin kendi iç tüketimi için yapılırdı. İşin az olduğu dönemler ile akşamları kahvehaneler dolardı. Kahvehanelerde oyun yoktu. Radyo dinlenir, söyleşi yapılırdı. Yaz günlerindeyse içeride değil dışarıda oturulurdu.
Anadolu’nun birçok köyünde ne bakkal, ne de kahvehanenin olmadığı yıllardı. Oysa Halılar’da üç kahvehane ve beş bakkal vardı. Halılar, büyük bir köy olmasının yanı sıra ekonomik olarak da güçlüydü.
Soğuk mevsimlerde sabah saatlerinde açılan kahveler, iş mevsiminde ikindi üzeri açılırdı. Bu kahvelerde oyun oynanmazdı. Bu nedenle de söyleşiler günün gündemine göre tarım ya da politik konularda olurdu.
Köye geleli çok olmamıştı. Köylünün “kepüç” adını takdığı ve benim de bundan sonra bu lakapla anacağım kişinin kahvesindeydik. Kepüç’ten çay istedik. Çaylar geldi. -Ben çayı şekersiz içerim.-Çaydan aldığım ilk yudumda hafiften bir şeker tadını aldım. İçinden “Kepüç, çayın demi çok çıksın diye demliğe şeker atmış galiba” diye geçirdim. Kimseye bir şey söylemeden çayı içtim. Bir süre sonra, kalktım. Ocağa gittim. Başkalarının duyamayacağı bir sesle Kepüç’e; “demliğe şeker atmışsın” diyemedim. “Hüseyin, galiba bardakları iyi yıkamamışsın, çayda şeker tadı vardı” dedim.
Kepüç, yüksek sesle kahkahayı patlattı. En yakın masadakilere dönüp “anlamış valla” dedi. Oradakilerin anlattığına göre: “Bu tıfıl, bize polim yapıyor. Bak çayına şeker attım. Göreceksiniz hiç anlamayacak bile” demiş. Ben çayı içtiğimde de arkamdan gülüşmüşler.
Kargı; Üzerinde iş yerlerinin büyük çoğunluğunun bulunduğu, doğu batı doğrultusunda uzanan bir ana cadde (Atatürk Caddesi) ile o caddeye açılan sokaklardan oluşmuştu. Merkezde bir küçük alan ve caddenin bu bölümünün güneyindeki ana caddeye koşut üç sokakta esnafın iş yerleri vardı. Yine bu bölgede “Kasaplar Çarşısı” bulunurdu.
İlk günlerimden bir başka anı daha anlatmalıyım. 1972 yılı başlarında hiçbir kadın Kargı’nın merkezine görülmezdi. Batıdan doğuya ya da doğudan batıya geçmek durumunda olan kadınlar kuzeyden İnönü Caddesini, Boyacılar caddesini kullanarak keserlerdi ya da diğer ara sokakları kullanırlardı.
Eşimle birlikte o zamanlarda da Kargı’nın merkezi olan Atatürk caddesine girdik. Cadde üzerindeki hemen hemen herkesin -ki buna esnaflar da dâhil- yadırgayan bakışlarını fark etmemek olanaksızdı. Çünkü Kargı merkezinden o güne dek Kargılı olan ya da olmayan, memur ya da memur eşleri dâhil hiçbir kadın geçmemişti. Rahatsız edici bakışlarla kalmadı. Bir süre sonra bazı esnafların yüksek sesle itirazları ve sözlü sataşmaları başladı. Dürüst olalım; önümüzü kesme ya da eylemsel saldırı olmadı.
Daha sonraki zamanlarda da, eşimle Halılar’dan Kargı’ya gelmemizde ısrarla bu ana caddeyi kullanmayı sürdürdük. İlerleyen süreçte politik keskinleşmeler kadınların çarşıya giriş yasağını yok etti. İlçe dışından atanan kadın öğretmenlerden özellikle solcu olanlar ilçe merkezini kullandılar. Onlar, bizim açtığımız yoldan fazlaca bir sıkıntı çekmeden yürüdüler. Birkaç yıl içinde de yabancı kadınların çarşıya girişi normal karşılanır oldu.
Bu arada belirtmeliyim ki; İnönü Caddesinde yılda bir kez kurulan panayırlara yerli kadınlar rahatlıkla gelmekteydi.
Kadın özgürleşmesi için konan tabulardan biri de sinemada kadınlar ve erkeklerin ayrı bölümlerde oturmalarıydı. Sinemaya gelen kadınlar erkeklerin alınmadığı bölüme – yanlış anımsamıyorsam üst kata- alınırlardı. Bu kuralı da önce biz deldik. Sinemaya normal iki bilet alarak girdik ve yan yana oturduk. Zaten çok geçmeden 1975 yılbaşında Kös Dağına kurulan yansıtıcıyla, o zaman siyah beyaz ve tek kanal olan televizyon yayınlarının alınmaya başlaması, kısa sürede sinemanın kapanmasına yol açmıştı.
Kargı’da hep tutucu insanlar yoktu elbette. Hatta diyebilirim ki; çoğunlukla güzel insanlar vardı. Fakat içinde büyüdükleri toplumun kurallarını içselleştirmişler. Farkında bile olmadan o kurallara uyup yaşamışlardı.
Köyden Kargı’ya ilk gidişlerimizden biriydi. Öğle yemeği için eşimle birlikte Atatürk Caddesi’nin üzerindeki Aşçı Mustafa’nın soyadını taşıyan Çağlayan lokantasına girdik. -Bilmiyorum o güne dek bu lokantalara hiç kadın girmiş midir?-
İçeri girdiğimizde, Kargılı öğretmen arkadaşlardan Mehmet Ali Köse ile birkaç arkadaşının bir masada yemek yediklerini gördüm. -Anadolu geleneğidir, böyle durumlarda tanıdık biri girdiğinde; masaya davet edilir ve sonradan gelene hesap ödetilmez.-
Mehmet Ali Köse (Kargı’da o yıllarda öğretmen olarak iki Mehmet Ali Köse vardı. Sözünü ettiğim, Kadir Muallim olarak tanınan Kadir Köse’nin oğlu olandır) bizim lokantaya girdiğimizi görmeden ona arkam dönük olarak en uzak masaya oturduk.
Biz yemeğimizi yerken onlar kalkıp gitmişlerdi. Kimseye yük olmadığımı düşünerek rahatlamıştım ama hesap ödemeye gittiğimde yanıldığımı anladım. Ne kadar ısrar ettimse de, lokantacı “hesabın Mehmet Ali Köse’ye ait olduğunu” söyleyerek benden para almadı.
Küçüklüğümde, annemle babam, özellikle ramazanlarda evde namaz kılarlardı. Ben de onları hareketlerini taklit ederdim. Bunun dışında gerçek anlamda hiç namaz kılmadım.
Halılar Köyünde göreve başladığımda, okulda dört öğretmen olmuştuk. Eşimle benim dışımdaki öğretmenler Okul Müdürlüğü grevini de yürüten Recep Yıldız ve aynı köylü olan Niyazi Işık. Bu iki arkadaşım, Cuma namazına giderlerdi. Ne onlar bana gelip gelmeyeceğimi sorar, ne de ben onlarla bu konuyu konuşurdum.
Köyde yaşam zordur. Hele hele köylülere bir insanın kendini kabul ettirmesi çok daha zordur. Birçok öğretmen arkadaşımın ne köye gelmeden önce ne de köyden ayrıldıktan sonra camiye hiç uğramadıkları halde hatta alevi olmalarına karşın, köyde Cuma ve bayram namazlarına gittiklerine tanığımdır.
Ben hiç gitmedim. Zaten yaşam boyu yalan ve yapmacık bana hep ters geldi. Sıra dışılık tam da beni tanımlayan bir sözcük.
1972 yılı kurban bayramı. Köye geleli yaklaşık bir, bir buçuk ay olmuş. Öğleye doğru kahveye çıktım. Hiç kimse benimle bayramlaşmıyordu. Önce çok tedirgin oldum. Sonra, bir düşmanlık tavrı içinde olmadıklarını gördüm. Birçok yerde olmayan bir gelenekleri olduğunu da o zaman öğrendim. Köylüler bayram namazını kıldıktan sonra önce köyün büyükleri olmak üzere cami avlusuna birer birer çıkarlarmış. İlk çıkan kapıya yakın bir yerde durur, sonra çıkan onunla bayramlaşarak yanına dururmuş. Daha sonra da her çıkan, kendinden öncekilerle bayramlaşarak sıra oluşturur, en son çıkan da tüm sıradakilerle bayramlaşarak bu töreni bitirirlermiş. Bundan sonra bayramlaşmak gereği duymadıkları için giderek bayramlaşma yalnızca o törenle özdeşleştirilmiş. Hatta o durumdaydı ki başka köylerden gelen misafirlerle bile bayramlaşılmazdı.
Ocak ayı olmasına karşın sıcak bir gündü galiba ki, kahvenin önündeki bir masaya oturmuştuk. Masada olanlardan yalnızca birini anımsıyorum. Kemal Yıldız ya da köydeki adıyla Kemal Çavuş.
Tam çayları içiyorduk ki Kemal Çavuş “Hoca, bayram namazına gelmedin” dedi. “Gelmedim” diyemedim. “Uyuyakalmışım” dedim.
“Saat Kaçta kalktın?” diye sorduğunda, herhalde bayram namazını geçen bir saattir diye bir zaman belirttim. Güldü. “Bayram namazı, o saatten çok sonraydı” dedi.
Üstüme gelmediler. Hatta öyle ki; zamanla benim Alevi olduğum kanısına vardılar. Dokuz yıl kaldığım bu Sünni köyünde hiç kimseden, hiçbir zaman Sünni Alevi ayrımına ilişkin hiçbir söz işitmedim.
Çayları içtikten sonra, Kemal Çavuş beni ve anımsayamadığım birkaç kişiyi alarak yemek yemek için evine götürdü. Ev, köyün tüm evleri gibi avlu içinde yarım kat temel üstünde yeni sayılabilecek bir evdi. Alttaki yarım kata odun doldurulmuştu. Girerken orada üzerinde odun parçalamak için konulmuş bir kütükle bir balta görmüştüm.
Sofrada mıydık, bilmiyorum. Yere konulmuş minderlerin üzerinde oturmuştuk. Aniden alttan “Küüüüttt” diye bir ses geldi. Odadakilerden biri “zelzele” dedi. Sarsıntıyı hissetmemiştim. Odadakilerden aldıran da olmadı zaten. Oturmamızı sürdürdük. Depremin sesi; o güne kadar hiç deprem yaşamamış bana “aşağıda biri odun kırıyor” diye düşündürtmüştü”.
Kitaplaşabilirse "KOŞARKEN" adını taşıyacak olan anılarımdan...
Seferihisar – 04 Mart 2018
AYHAN ALTAY